<
BASIN TOPLANTISI - ETKİNLİK - KONFERANS
Basın Daveti Türkiye Kurumsal Yatırımcı Yöneticileri Derneği 06 Şubat 2020, 09:30

Türkiye Kurumsal Yatırımcı Yöneticileri Derneği (TKYD), 2019 yılında Emeklilik ve Yatırım Fonları performanslarını ve fonlara artan ilgiyi açıklıyor. 06 Şubat 2020...

Tüm Etkinlikleri Göster
BANKA HİSSELERİ
Hisse Fiyat Değişim(%) Piyasa Değeri

E-posta listemize kayıt olun, en son haberler adresinize gelsin.

Ana SayfaKazandıran SohbetlerYüzbinlerce iğneyi batırıp tablo yapan sanatçı----

Yüzbinlerce iğneyi batırıp tablo yapan sanatçı

Yüzbinlerce iğneyi batırıp tablo yapan sanatçı
11 Kasım 2021 - 07:30 www.finansingundemi.com

Tunçay Yurtsever yaratıcı yanı ağır basınca yayıncılıktan sanatçılığa geçiyor. Zaman içinde turizm kitabı, karton tabak, bardak altı ile ilk yeniliklere imza atıyor. Sonra iğne ile tablo devri geliyor. Şöhreti sınırları aşıyor…Yurtsever anlatıyor…

VOLKAN KARSAN – FINANSGUNDEM.COM / KAZANDIRAN SOHBETLER

“Kazandıran Sohbetler”in bu kez konuğu tabiri caizse iğne ile kuyu kazan bir “olgun” sanatçı Tunçay Yurtsever… Bir eski yayıncı, yüzbinlerce iğne ile tablo yapan farklı bir sanatçı… Her yaşta mucizevi başarılara imza atılabileceğini kanıtlayan bir çalışkanlık timsali…

“BODRUM’A YERLEŞTİKTEN BİR-İKİ YIL SONRA İSTANBUL’A GİTTİĞİMDE BAKTIM Kİ BENİM YEMEK KİTAPLARININ ONLARCA KOPYALARI ÇIKMIŞ”

- Sayın Yurtsever, önce yayıncılık hayatınızdaki günlerinizi anlatıp okurlarımızın sizi daha yakından tanımalarını sağlayalım. Ne dersiniz?

-Türkiye'de bazı şeylerin ilk yapıldığı seneler ve ben o ilkleri yapanlardan biriyim. Hepsinin öyküsü var, mesela turizm kitapçılığı. 70’li yılların sonu, Türkiye'ye çok turist geliyor, internet yok, Türkiye’yi tanıtıcı yabancı dilde yerli yayın yok. Birkaç broşür dışında, tamamen ithal… İthal yayınlarda kasıtlı içerik oluyor, Türkiye'yi küçük düşüren detaylar bile olabiliyordu. Sonra ilk defa karton tabak ve bardak altı yaptım. Bunlar önemsiz gibi gözüküyor ama sonra önemli birer iş kolu oldular.

-  Yaptıklarınız gerçekten iş dünyası için icat, devrim niteliğinde… Dışa bağımlı yayıncılıktan, milli bir tanıtım yayıncılığına dönüşmesi büyük anlam taşıyor. İlginç de öyküleri var bildiğim kadarıyla, onları da dinleyebilir miyiz?

- Yaklaşık 45 sene önce Türkiye’de döviz darboğazı var, ben de Türkiye'ye kitap getirebilen yabancı şirkette Türk müdürüm. Sadece o şirket kitap ve yabancı yayın getirebiliyordu o dönemlerde. Türkiye'yi tanıtıcı kitaplar çok az var. Birkaç örnek dışında bütün yayınlar dışarıdan geliyor. Bunların birçoğu da kasıtlı. Mesela İstanbul’u Konstantinopl diye yazanlar var. Bir de özel bir durum var, turistler yemek yiyor ve yemeğin nasıl yapıldığını öğrenmek istiyor. Gastronominin meraklısı çok. Yabancı dilde bir tek kitap var, bir Rum'un yazdığı, İngiltere'de basılmış. Kitabın yarısı tarihçe. Özetle diyor ki; biz yıllar yılı Türk hegemonyasındaydık, her şeyimiz onlar tarafından tayin ediliyordu ve suiistimal ediliyordu, bunlardan biri de yemek. Türk yemeği olarak tanıtılanların tamamı Yunan yemeğidir, sadece isimleri Türkçedir. Bunu da başka olayları da ekleyerek o kadar uzun yazmış ki neredeyse tam kitabın yarısı.

Bu yazara bir mektup yazdım. Kitabı ikiye ayırmasını - bu Akdeniz mutfağı diye İngilizce tek kitap - bütün dünyada kendi normal kitabını satmasını, bizimkine sadece yemekleri yazmasını talep ettim. O baş kısmı eklememesini şart koştum. Adamdan hakaret dolu bir cevap geldi. Bunun üzerine başka bir yol aradım. Fransız hanımla evli bir ticaret müdürüm vardı. Bu hanım, Türk yemekleri yapmaya meraklı. On tane Türkçe yemek kitabı aldım, Fransızca olarak kendisine özet tercüme edeceğimi ve beğendiklerini bana not ettirmesini söyledim. Bu seçtiklerimizi daha geniş olarak tercüme ederek bu yemekleri Fransız malzemelerinle yapmasını, bunları da yazıp kitap haline getirmeyi önerdim. Bir de çok başarılı fotoğrafçıyla anlaştım. O günün şartlarında çok güzel fotoğraflar çekildi. Ortaya bir Fransızca metin çıktı. O dönem bütün İstanbul'daki konsolosluklarla çok yakın ilişkim var. Onların dilindeki kitapları, gazeteleri getirtiyoruz. Önce İngiliz Konsolosluğu'na gittim, konsolosun eşi Belçikalı. Bunlar İngilizce tercümeyi yaptılar. İlk önce İngilizce ve Fransızca kitap basıldı. Muhteşem satış oldu. Bunun üzerine dokuz dile çıkarttım ve yılda elli bin satışı bulduk ve uzun yıllar böyle sattı.

Sonra elime bir kitap daha geçti. Yine Yunanistan'dan, Nasrettin Hoca'yı pabuçlu yapmışlar, Yunan pabuçlu. Aynı hikayelerde Nasrettin Hoca’ya Arap diyorlar. Bunu düzeltmeye karar verdim. Bir müsabaka açtım ve 400 tane Nasreddin Hoca hikayesi topladım. Bunları eşi Türk olan bir İngiliz hanıma verdim. Bu hikayelerden bir İngiliz’in ilgisini çekecek 200 tanesini tercüme etmelerini istedim. Seçilen hikayeleri Almanya’ya gönderdim orada da seçtirdim. Yabancıların gülebileceği hikayelerden bir Nasrettin Hoca kitabı ortaya çıktı.  Bunları da dokuz dilde yayınladım. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Fince, Arapça, Rusça, Japonca.

Türkiye'ye gelenler tavla da öğrenmek istiyordu. Yabancı dille tavlayı anlattım. Ondan bir tane de Türkçe bastırdım. Bana takılıyorlar, ‘sen tavlayı kitaptan mı öğreniyorsun’ diye...

Çalıştığım yabancı şirket nedeniyle satışların nerede yapılması gerektiğini de biliyordum. Birden önemli bir yayınevi olduk. Sonra başına Türk ekleyerek yabancı dilde çok kitap yaptık. Türk halıları, Türk meslekleri sonra da Kapadokya, Bursa gibi… Bu bağlamda bir anekdot anlatayım. Türkiye'ye gelenler tavla da öğrenmek istiyordu. Yabancı dille tavlayı anlattım. Ondan bir tane de Türkçe bastırdım. Bana takılıyorlar, ‘sen tavlayı kitaptan mı öğreniyorsun’ diye... Ben de cevap olarak, “Çok iyi oynadığını zannedenlere için yazdırdım” diyorum. Yayıncılık 20 yıl kadar sürdü, Bodrum’a yerleştikten bir-iki yıl sonra İstanbul’a gittiğimde baktım ki benim yemek kitaplarının onlarca kopyaları çıkmış.

KARTON TABAK VE BARDAK ALTININ HİKAYESİ

- Karton tabağın da hikayesi ilginç değil mi?

-Yine 40 yıl önceleri Türkiye’de her şey ithal. Kitap şirketim var, çok kalabalık çalışıyoruz. Güzel bir anı olsun diye iş yerinde doğum günlerini, personelin doğum gününü kutluyoruz sırası geldikçe. Pastalar kesiliyor, tabaklara konuyor, servis yapılıyor ve bunları da daha sonra hanım kızlarımız sırayla yıkıyor. Bir gün kutlamadan sonra aşağıda kıyamet kopuyor, kavga gürültü. Ne oluyor diye merak ettim. Öğrendim ki sırası gelen personel, doğum günü olan kişi için “Onun tabaklarını ben yıkamam” demiş. Ortalık karışmış. Beyoğlu'na çıktım bir zücaciyecide karton tabakları da görmüştüm, ondan arıyorum. Ama yok. İstanbul'u alt üst ettim ama kâğıt tabak yok. Ben de karton tabak üretmeye karar verdim. Bir usta buldum. Kocaman bir giyotin yaptırdım. Ancak tabaklara şekil verecek sıcak kalıp ilk kartonu yakıyor ve her taraf duman içinde kalıyor. Çok iptidai bir yöntem, bütün işyeri dumandan perişan ama meğer büyük bir ihtiyaçmış.

Bütün düğün salonları karton tabak kullanmak istiyormuş. Birdenbire çok sipariş almaya başladık. Şaşırdık. Bütün işi gücü bıraktık. Gece gündüz karton tabak yapar olduk. Sonra tabii modern makineler geldi, rakipler oldu. İki sene sonra o iş bitti.

Bir de bardak altını anlatacağım. Şirkette Fransa’dan gelmiş, üzerinde Paris manzarası olan iki tane bardak altı var. Ama biri lekeli gibi, bunun üzerine kartpostaldan bir dansöz resmi diğerine de Sultanahmet manzarası kestim yapıştırdım. Türkiye'de bardak altı daha bilinmiyor. Görenler ilgi gösterince ben bunu imal edeyim dedim.

Engelliler Derneği ile görüştüm. Gözü ve eli sağlam olan engellilerden 10 adres istedim. Onların evlerinde üretim yapmak için organize oldum. Kontraplaklar kestirdim. Minyatürler, İstanbul manzaraları, ünlü ressamların tablolarından örnekler seçtim. Altlarına çuha yapıştırılmış altı tane bardakaltı… Bunun üçü bir tarafa, üçü diğer tarafa bakacak ve dışarıdan görülebilecek şekilde plastik içinde paketlendi. Paşabahçe çok ilgilendi. Satışlar başladı. O zamanlar satılacak fazla turistik malzeme yok. Herkes kitapla beraber bunu da satmaya başladı. Sonra Türk Hava Yolları'ndan bir teklif geldi. Bardakaltlarının bir köşesine THY amblemi bastık ve 50 bin paket sipariş teslim ettik. Bunu hep o engelli insanların şansı, rızkı diye düşündüm. Siparişler bir otomobil şirketi ile devam etti ve tünelde ‘bardak altı’ diye dükkan açtık. Sonra ortaya çıkan rakipler kaliteyi düşürdüler biz de bu işten çıktık. Ama biz 10 haneye engelli emeğiyle ekmek girmesini sağladık.

Beyoğlu'na çıktım bir zücaciyecide karton tabakları da görmüştüm, ondan arıyorum. Ama yok. İstanbul'u alt üst ettim ama kâğıt tabak yok. Ben de karton tabak üretmeye karar verdim. Bir usta buldum. Kocaman bir giyotin yaptırdım. Ancak tabaklara şekil verecek sıcak kalıp ilk kartonu yakıyor ve her taraf duman içinde kalıyor. Çok iptidai bir yöntem, bütün işyeri dumandan perişan ama meğer büyük bir ihtiyaçmış. Bütün düğün salonları karton tabak kullanmak istiyormuş.

“İLK BAŞARILI ÇALIŞMAM ATATÜRK'ÜN POSTERİ, BİR DE SULTAN AHMET CAMİİ'Nİ YAPTIM, ÇOK BEĞENİLDİ”

- ‘Dünyada eşi benzeri yok’ dediğiniz bu sanatla yani iğne ile tablo yapma fikri nasıl ve ne zaman doğdu, ilk çalışmalarınızda neler hayata geçirdiniz?

- İş yerlerimi kapatıp Bodrum'a geldim. Arsada inşaat var, mehilleri düzenleyen setlerden en son sırayı briketten çıkmışlar. Çok çirkin. Bodrum'da farklı malzeme aradım. Şık tuğla benzeri malzeme bulamıyorum. Evde bir domates sandığını taşla doldurdum, üzerine harç döküp çimentoyla dümdüz yaptım. Sahilde bulduğum deniz kabuklarını da üstüne yapıştırdım. Ertesi gün dondu. Kalıptan çıkarttım. Çok güzel bir pano oldu. Bunları her gün yapmaya başladım. Diğer günler üzerine kırık bir çanak veya zincir ve çiviler koydum. Bunlardan çok sayıda oldu. Briketleri kaldırdık bunları yerleştirdik. Görenler ne kadar güzel demeye başladı. “Bu bir sanat diyenler” oldu. Bu çalışmayı tablo gibi kontraplağa taşımayı denedim. Bunları çerçevelettim.  

Daha sonra farklı malzemelerden de denedim. Sonra strafor üzerine bir şeyler batırarak deneme yapmak istedim. Büyük başlı iğneler aldım, onlarla denedim çok beğenmedim. Bir gün Cumhuriyet Bayramı, masada bir şeylerle uğraşıyorum. Yanımda gazeteler var. Gazetelerden biri Atatürk'ün posteri vermiş. Sanki Ata’m tam oradan bana gülümsedi. Duygulandım. “Atatürk'ün resmini yapayım” dedim ama o aldığım malzemeyle olmuyor daha ufak iğnelerle deneyeyim dedim. Yaptım, oldu. Böylece Atatürk burada da bana yol göstermiş oldu. İlk başarılı çalışmam Atatürk'ün posteri. Bir tane de cami yaptım. Daha sonra iğneleri boyamaya başladım. Sultan Ahmet Camii'ni yaptım. Çok beğenildi. Görenler, “Ne kadar değişik, nereden aldım” dediler. Bu uğraşı da zaten işi gücü bırakmış, Bodrum'a yerleşmiş biri için çıkış yolu oldu. Ben de devam ettim. Önceleri ünlü ressamların tablolarının iğne ile kopyalarını yapıyordum. Bu arada belirtmeliyim. Ben hayatımda resim yapmadım. Hiç becerememem ama bu sanat dalına çok ilgim vardı. Bütün sergileri gezerdim, resim yapma kitaplarını okurdum.

“YAPTIĞIM İŞİN BÜYÜK İLGİ GÖRMESİNİN NEDENİ KULLANDIĞIM MALZEMENİN İLGİNÇLİĞİ”

- İğnelerle nasıl bir yöntem izliyorsunuz?

- Önce iğneleri strafora batırıyordum, sonra bunları boyamayı düşündüm. İğnelerle yapılmış bir tablonun üzerinde iğneleri boyamayı denedim fırçayla ama tablo berbat oldu. Onun üzerine iğneleri ayrıca boyamaya başladım. Özetle elli bin iğne ile yapılan bir tabloda iki kez iğneleri batırmam gerekti. Önce strafora batırıyorum rengarenk boyuyorum, sonra oradan boyanmış iğnelerden alıp tabloyu yapıyorum. Böyle başladı ve şu anda 70-80 tablom var. Galerim var. Çok sayıda sergim oldu ve çok karma sergiye katıldım. Yaptığım işin büyük ilgi görmesinin nedeni kullandığım malzemenin ilginçliği.

Geçtiğimiz yıllarda yanımdaki otele Ruslar gelmiş ve aralarında Moskova Akademisi'nden iki resim profesörü varmış. Onlar da ziyarete geldi. Tabloları videoya aldılar. Görüntüleri Moskova'ya yollamışlar. Tekrar geldiler ve “Seni Rusya'ya akademiye davet ediyoruz” dediler. Önce şaşırdım sonra kabul ettim.  Onlar gittikten iki ay sonra ses çıkmayınca ben aradım, bana İngilizce tek bir cümle ile cevap verdiler: “İnsan sabrı bunu yapmaya müsait değil.”

Bir de Japonya televizyonundan bir ekip dünyadaki ilginç çalışmaları topluyormuş. Bodrum’a geldiler, resimler çekip gittiler. Sonra belgesel için bir ekip İstanbul’a gelmiş ve stüdyo kiralamışlar. “Bir kamyon kirala, resimleri de koy, masraflar bizden, İstanbul’a gel” dediler. Ama bu eserlerin nakliyesi zor olduğu için yer değiştirmek benim hoşuma gitmiyor. O da öyle kaldı. Gerçi Yunan Adaları'na, Yunanistan'a filan birkaç kere gittik ama yolda tablo iğneleri bozulabiliyor. İğneler yön değiştirebiliyor. Üstündeki renk düşebiliyor. O yüzden dışa pek açılamadım.

“SON ZAMANLARDA YENİ BİR ŞEYLER DENİYORUM, ENSTALASYON DENİLEN YENİ BİR AKIM VAR, BEN ONU YAPMAYA BAŞLADIM”

- Son iki yılda yaptığınız tablolar ciddi sabır ve emek isteyen çalışmalar, bu süreç nasıl gelişti, ortaya hangi tablolar çıktı?

- Başladığım ilk zamanlarda da çok güzel işler yapmışım. Mesela beşinci altıncı resmim bir minyatür, onu yabancı uyruklu bir sanatsever gelip ısrarla aldı, gitti. Mesela Picasso'nun tablosu var. Clinton’ın bir tablosu var ki yolladım. Bunları da başlangıç döneminde yapmışım. Ustalık dönemi diyorlar ya, o döneme geçiş çok çabuk olmuş. Son zamanlarda yeni bir şeyler deniyorum. Enstalasyon denilen yeni bir akım var. Tabloya bir şey ilave etmek. Ben onu yapmaya başladım. Mesela bir tanesine kocaman bir taş koydum. Genç bir adam sırtında taşıyor, ‘ezilenler’ diye. Bir tanesini demir parmaklık koydum. Hakiki demirden son yaptığım tablonun birini tavus kuşu yaptım. Tüy koydum. En son yaptığım gül tablosu da rölyefli. Değişik şeyler deniyorum. Pandemi döneminde bunları deneme fırsatı buldum ve bu dönemde daha fazla çalıştım. Dışarıda sosyal faaliyet bitmişti, ben de çalıştım. Salgın öncesi çok sosyal faaliyete katılırdım. Birçok dernekte görevim vardı, her günüm doluydu. Birdenbire eve hapsolduk, o zaman resme daha fazla yöneldim. Yoksa ilk yaptıklarımla bugün yaptıklarım arasında çok büyük fark yok.

“SENEDE ÜÇ VEYA DÖRT TANE YAPABİLİYORUM, SATMAK YERİNE MÜZELERE HEDİYE ETMEYİ TERCİH EDİYORUM”

- Sayın Yurtsever, bugüne kadar kaç eserinizi sattınız?

- Bir iki tane hariç satmadım. Ben müzelere hediye ediyorum. Mesela Zeki Müren Müzesi’nde bir tane var. Osman Hamdi Bey'in müzesinde bir tane var. Bodrum'daki kalede var. İstanbul'da Koç Üniversitesi'nde Vehbi Koç'un portresi var. O çok güzel ve hikayesi de var. Satmak yerine müzelere hediye etmeyi tercih ediyorum. Zaten senede üç veya dört tane yapabiliyorum. Üç ayda bitiyor bir tanesi. Senede dört tane yapılan bir şey satarsam elimde bir şey kalmayacak... Sergilerde çok yüksek fiyatlar koyuyorum. Karma sergilerde fiyat koymak mecburiyeti var. Kimse almasın diye bunu yapıyorum. Taşınması ve korunması zor elden ele fazla dolaşmasını istemiyorum.

- Vehbi Koç'un portresinin hikayesi var dediniz. Sakıncası yoksa o hikâyeyi de dinleyebilir miyiz sizden?

- Kızım, Vehbi Koç Üniversitesi'ni burslu kazandı. Ben de ziyaretine gittim. Çok çok gelişmiş çok güzel bir ortam, olimpik yüzüme havuzları vs. var. Yağmurlu bir gün, bahçede dolaşıyorum. Yağmur altında ıslanmış Vehbi Koç’un heykelini gördüm. Benim kızıma bedava bu imkanları sunan bu özel insan için bir şey yapmam lazım diye düşündüm. Dönünce, Vehbi Koç'un portresini yaptım ama kızımın bundan haberi yok. Bitirdim, işin ilginci portre olarak yaptıklarımın en güzeli oldu. Rektörlüğü aradım. “Ben şu kişiyim internette yaptıklarımı görebilirsiniz. Vehbi Koç'un da portresini yaptım bunu üniversitenize hediye etmek istiyorum” dedim. İki gün sonra “hemen yollayın” diye cevap geldi. Tabloyu güzelce sandıkladım ve bir de açıklama yazısı yazdım: “Bu resmi çok aydınlık değil, loş bir yere asacaksın. Dikkat ederek şuradan açacaksın. Bozulmasın.”

Tekrar iletişe geçtim ve “Bu arada bir ricam var. Kızım bu konuyu bilmiyor. Okulunuzda burslu öğrenci ama sizden bir şey istemiyorum. Sadece asarken onu da çağırın bir sürpriz olsun” dedim. Birkaç gün sonra kızım beni aradı. Olay şöyle gelişmiş: Kızın dersteymiş. Rektörlükten bir mesaj gelmiş. ‘Ders bittiğinde rektörlüğe gelin.’ Rektörlüğe de çok kötü bir haber olduğunda çağırılıyorlar. Kızım endişe etmeye başlamış. Dersten sonra gitmiş, belirtilen yerde bir heyet bekliyor. Fakat sürpriz olduğu için kimse renk vermiyor. Bir yere gideceğiz demişler. Kızımın endişesi bir kat daha artmış. Beraberce asansöre binmişler. Asansörden çıkmışlar, rektörün odasının kapısının yanına asılmış tabloyu görünce konu aydınlanmış. O zaman benim sürprizimi anlamış…

Kitle fonlama girişimci, yatırımcı ve ekonomi için önemli fırsat

Manukyan: Merkeziyetsiz finans artık daha öne çıktı, çok ciddi getiriler var

Paşa: Türkiye’nin tanıtımında turist rehberleri de rol almalı

Enerji sektörünün önemli ismi Sedat Akdağ’dan kritik uyarı: İflaslar olabilir

Prof. Dr. Karakulak: Balıkçılık filosu kapalı havzayı bırakıp okyanusu hedeflemeli

Prof. Dr. Akat: Enflasyon Türkiye’nin önünde büyük bir hendek, önemli bir makro dengesizlik

Sezgin Lüle: Robotik süreç ile yıllık 530 bin saatlik iş yükü azaldı

Yale’in ödüllü mezunu Karacan, Facebook’u ve başarılarını anlattı

Ülgen: Dijitalle tanışan müşteri sayısı hızla yükseliyor

Köksal’dan sihirli formül: Bütçe, tasarruf, birikim, yatırım, sepet

Prof. Dr. Gökçen Orhan: Kovid aslında bir pıhtı hastalığı

Erdem: Kripto para madenciliği bir tür bankacılık

Prof. Dr. Helvacı: Kripto varlık düzenlemesi sınırlı, kapsamlı değil

Ahmet Aras: Bodrum'un imara değil koruma planlarına ihtiyacı var

Ünlü bankacı Halisdemir, modern köy kuruyor: Nefes Assos

YORUMLAR (0)
:) :( ;) :D :O (6) (A) :'( :| :o) 8-) :-* (M)