<
BASIN TOPLANTISI - ETKİNLİK - KONFERANS
Basın Daveti Türkiye Kurumsal Yatırımcı Yöneticileri Derneği 06 Şubat 2020, 09:30

Türkiye Kurumsal Yatırımcı Yöneticileri Derneği (TKYD), 2019 yılında Emeklilik ve Yatırım Fonları performanslarını ve fonlara artan ilgiyi açıklıyor. 06 Şubat 2020...

Tüm Etkinlikleri Göster
BANKA HİSSELERİ
Hisse Fiyat Değişim(%) Piyasa Değeri

E-posta listemize kayıt olun, en son haberler adresinize gelsin.

Ana SayfaKazandıran SohbetlerTürkiye’ye her yıl 2 milyar dolar kazandıran davanın mimarı Can Baydarol konuştu----

Türkiye’ye her yıl 2 milyar dolar kazandıran davanın mimarı Can Baydarol konuştu

Türkiye’ye her yıl 2 milyar dolar kazandıran davanın mimarı Can Baydarol konuştu
15 Mart 2024 - 07:11 www.finansingundemi.com

Yıllardır nefes bırakmayan Türkiye-AB ilişkisi... ‘Tuzak’ gibi göçmen politikası... Çiftçi patlaması... Birlik hala cazibe merkezi mi? Türk ekonomisine yılda 2 milyar dolar katkı sağlayan davanın sırrı... AB uzmanı Can Baydarol anlatıyor...

VOLKAN KARSAN - FINANSGUNDEM.COM / KAZANDIRAN SOHBETLER

Avrupa’da çiftçiler ayakta, her gün bir yerde grev var. Avrupa Birliği hala girilmesi cazip bir topluluk mu? Türkiye-AB ilişkilerini ve Avrupa’daki son sosyoekonomik durumu, konunun uzmanı akademisyen ve yazar Can Baydarol’a sorduk.

"COĞRAFYA KADERDİR, İLİŞKİLER NE KADAR KÖTÜ VEYA NE KADAR İYİ OLURSA OLSUN, BİZ BU COĞRAFYANIN PARÇASI OLDUĞUMUZ SÜRECE İLLAKİ BU İLİŞKİLER BİR ŞEKİLDE DEVAM EDECEK”

- Sayın Baydarol, konu Avrupa Birliği olduğunda ilk mikrofon uzatılan uzmanlardan birisiniz. Bu bilgi birikim ve uzmanlık nasıl oluştu? Kariyer yolculuğunuzu sizden dinleyebilir miyiz?

- Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümü mezunuyum. Ardından Fransa'da Avrupa Hukuku ve Siyaseti Diplôme d'études approfondies (DEA) yaptım. Doktora master arası bir seviye.  Kariyerime devam etmeyi düşünürken maalesef babamı kaybettim ve Türkiye'yi dönmek zorunda kaldım.

Avrupa Birliği meselesinin o sıralarda da Türkiye'nin gündemine geleceği çok belliydi ve artık yola çıkmıştık.

Bir de şuna inanırım: Coğrafya kaderdir. İlişkiler ne kadar kötü olursa olsun veya ne kadar iyi olursa olsun, biz bu coğrafyanın parçası olduğumuz sürece illaki bu ilişkiler bir şekilde devam edecek. Ardından İktisadi Kalkınma Vakfı’nda yedi yıl kadar çalıştım. O sırada bu konuda Türkiye'de bir şeyler bilen çok az insan vardı ve o dönemde Avrupa hukuku ile ilgili olarak temel kitapları yazmaya çalıştım. Üniversitelerde ders vermeye başladım. Sonra 1993-1996 arası Gümrük Birliği heyecanlı konu hâline geldi. O günlerde Otomotiv Sanayi Derneği beni davet etti çünkü en sorunlu sektör olarak gözüküyordu.

Sektörü, Gümrük Birliği’ne hazırlamak gibi görev üstlendim ve Devlet Planlama Teşkilatı bünyesinde bu konuda temsil etmeye başladım. DPT’de çok sevdiğim hocam Tuğrul Arat, “Biz hep bürokrasiden adam alıyoruz ama sektör temsili de olan bir kişiyi Türkiye/AT mevzuat uyumu sürekli özel ihtisas komitesinin raportörü yapmak istiyoruz. Kabul eder misin?” dedi, kabul ettim.

Bir tarafta sektör, bir tarafta devlet işleri içinde pişerken dönemin Başbakanı Tansu Çiller çıktı, “Gümrük Birliği hakkımızdır, hakkımızı alacağız” dedi, ama bizim yaptığımız Gümrük Birliği çerçevesindeki yükümlülüklerimizi yerine getirmekti. Hak ve yükümlülük birbirine girdiği için mutlak bir kafa karışıklığı ortaya çıktı.

Ben de bu tür insanlarla mücadele etmek için medyanın içinde olmam gerekir diye düşündüm. Hem sektörden hem devletten hem Avrupa hukukundan birikimlerimle -o sırada üniversitelerde ders ve konferanslar veriyordum- bir anda kendimi medyada Finansal Forum gazetesinde buldum. Orada üç yıl araştırma müdürlüğü ve köşe yazarlığı yaptım.

Daha sonra da Uluslararası Nakliyeciler Derneği’nden bir teklif geldi. Bu derneğin Avrupa Birliği ile iki ciddi sorunu vardı.

Biri geçiş ücretleri, diğeri ise miktar kısıtlamalar dediğimiz şoför üstünden yapılan teknik engeller vs. Birincisini kısmen hallettik. Macaristan’a bir dava açtık ve kazandık.

Türkiye, Macaristan'dan geçen her TIR için 400 AVRO ödemek zorunda kalıyordu. O parayı artık ödemiyoruz. Tevazu göstermeyeceğim, o anlamda Türkiye ekonomisine yıllık iki milyar dolar bir katkı sağladık.

“RUSYA-UKRAYNA SAVAŞININ ARDINDAN, AB ÜLKELERİ İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDAN BU YANA TARİHLERİNDE İLK KEZ SINIRLARINDA BİR SAVAŞ TEHDİDİ HİSSETTİLER, BU TEHDİT AB'DE CİDDİ BİR SİYASİ ÇALKALANMAYA YOL AÇTI”

- Avrupa'yı çok etkileyen çiftçi protestolarına geçmeden genel bir soru sormak isterim, AB hala o bizim girmek için can attığımız güçte mi? Özellikle pandemiden sonra neler değişti?

- Tarımla ve Rusya-Ukrayna savaşıyla birleştirip genel bir çerçeve çizerek konuya bakalım ve AB’nin geleceğinin neden o kadar da parlak olmadığını bir şekilde vurgulayalım. Rusya-Ukrayna savaşının ardından, Avrupa Birliği ülkeleri İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana tarihlerinde ilk kez sınırlarında bir savaş tehdidi hissettiler.

Bu savaş tehdidi de Avrupa Birliği'nde çok ciddi bir siyasi çalkalanmaya yol açtı. Başta Almanya ve Fransa olmak üzere bütün AB ülkeleri sosyal devletten güvenlik devletine doğru geçiş yapmak durumunda kaldılar. Tabii burada NATO ve Amerika Birleşik Devletleri'nin baskısını da ayrıca dikkate almak lazım.

Örneğin geçtiğimiz yıl -ki bu yıl da benzeri olacak- Almanya savaş sanayine 100 milyar euro yatırdı.

Bu para oraya yatırılınca sosyal harcamalardan kısılıyor. Bu da Avrupa'da ortaya çıkan aşırı sağın giderek güçlenmesine yol açan bir durumu yarattı. Buna göçmenlerin etkisini, enerji problematiğini, pandemiyle beraber ortaya çıkan tedarik zincirindeki kırılmaları da eklemek gerekir. Böylece Avrupa ekonomisinin ciddi bir dar boğaza sürüklendiğini gördük.

Tabii bu arada yeşil dönüşüm meselesi de var. 2030’a kadar bunları yapacağız dediler. Yeşil dönüşümü yapmak için bu sefer kirleten enerjiyi giderek daha ağır vergilerle bezemek gereği ortaya çıktı. Bugün kısmen nedenlerinden birisini oluşturan bu tarımcıların ayaklanmasını hep beraber izliyoruz. Traktörler yollara çıkıyor, her tarafta protestolar. Gübreler atılıyor, lastikler yakılıyor. Ama tarım meselesini aslında biraz daha başka bir noktadan da değerlendirmek gerekir diye düşünürüm.


“ASLINDA TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİ ŞU ANDA KAOTİK BİR İLİŞKİ GÖRÜNTÜSÜNÜ VERİYOR, TABİİ, AB’NİN GELECEĞİ NE KADAR OLABİLECEK? O DA BAŞKA BİR TARTIŞMA KONUSU”

- Oraya geleceğim ama Avrupa Birliği ekonomisinin genel kapsamında söyleyecekleriniz bu kadar mı?

- Şunları eklemem gerekir. Avrupa ekonomisi ciddi bir resesyon da yaşadı. Hem pandemi hem de savaş sonrası orada da artık enflasyon var. Avrupa Merkez Bankası faiz oranlarını değiştirmeme, yüzde 4-4,5 arasında tutma kararı aldı. Enflasyona göre görece yüksek bir faiz uyguluyorlar.

Ama bizdeki yüzde 45’in bile gerçek enflasyonun çok çok altında olduğunu düşünürsek, bizim ekonomiyle, onların ekonomisini bu anlamda pek kıyaslamamak lazım.  Bir de Avrupa Merkez Bankası, Kasım ayı içerisinde çok önemli bir anket açıkladı. Bu anket, çok uluslu şirketlerle özellikle Uzak Doğu’daki çok uluslu şirketlerle yapılmış bir anket.

“Yatırımlarınıza Uzak Doğu'da devam edecek misiniz?” sorusuna hayır cevabı çıktı. “Önümüzdeki beş yıl içerisinde ne yapıp edip Avrupa Birliği'nin komşu ülkelerine veya Avrupa Birliği içine gelmek durumundayız. Pandemi ve bu savaşlar bize gösteriyor ki bizim tedarik zincirimiz her zaman risk altında” dediler.

Şimdi dolayısıyla Türkiye bu noktada çok şanslı ülkelerden birisi gibi gözüküyordu. Şayet gerçek anlamda demokrasiyi çalıştırabilirsek, hukukun üstünlüğüne geri dönebilirsek -çünkü hukuk yatırımcı için her şey bunu unutmamak lazım- bu şans söz konusuydu. Baktılar ki biz uymuyoruz, Gürcistan’a bile tam üyelik yolunu açtılar.

Yeter ki bunlar gelsinler, buralarda rahat rahat yatırımlarını yapabilsinler diye. Aslında Türkiye-AB ilişkileri şu anda kaotik bir ilişki görüntüsünü veriyor. Tabii, AB’nin geleceği ne kadar olabilecek? O da başka bir tartışma konusu.

“TARIM KÖYLÜSÜ DAHA MUHAFAZAKARDIR, DAHA SAĞA EĞİLİMLİDİR AMA FONLAR AB’DEN GELDİĞİ İÇİN, AVRUPA BİRLİĞİ SÜRECİNİ ÇOK DESTEKLEYEN BİR KESİM OLARAK TARİHE GEÇTİ, BUGÜN GELDİĞİMİZ NOKTADA İSE DURUM KARIŞTI”

- Tarıma gelirsek, şimdi Brüksel'de traktör tekerlekleri yaktıran sorunu bir köşe yazınızda detaylı açıkladınız. Bizim için de özetler misiniz?

- Avrupa Birliği'ndeki tarım problematiği yeni bir şey değil. 1960’lı yıllara dönersek, hatta 1958’e Fransa'nın başında Charles De Gaulle vardı. Avrupa Ekonomik Topluluğu’na karşı çıkıyor. “Egemen yetkilerimi devretmeye hazır değilim” diyor. Çünkü AET sonuçta, egemen yetkinin devredildiği, ortak kararların alındığı bir yapı. Ve diyor ki, şimdi biz böyle bir şey kabul edersek, Fransız sanayi daha bebek sanayi, Alman sanayi bizi yutar ve büyük zarar görürüz.

İkna etmek için, Alman sanayicisine Fransız köylüsünü finanse ettirecek bir model geliştirdiler. Bunun arkasına da savaş zamanında kendi kendine yeterlik gerekir diye bir bahane sıkıştırdılar. İngiltere 1971 yılında, o dönemdeki ismiyle Avrupa Topluluğu’na katılana kadar Avrupa Birliği bütçesinin yüzde 75’i tarım sübvansiyonları içindi.

Liberal Avrupa falan denir ya palavradır. Sanayi ürünleri için evet öyledir ama tarım ürünleri için son derece de korumacı bir politikadır. Bu sayede bir oda büyüklüğünde tarlası olan çiftçi veya köylü bugüne kadar çok müreffeh bir hayat yaşadı. Ama arada Thatcher’ın Demir Lady unvanını aldığı zamanlarda AB bütçesine karşı verdiği savaş sırasında, bu sübvansiyon bir miktar kesintiye uğradı. Şimdi traktör lastiği yakan köylüler, Berlaymont Sarayı’nın 13’üncü katına -yanlış hatırlamıyorsam bu kat tarım genel müdürlüğüydü- asansörle inek bile çıkarttılar. Yeni bir şeyden bahsetmiyoruz.

Tarım köylüsü daha muhafazakardır, daha sağa eğilimlidir ama fonlar AB’den geldiği için, Avrupa Birliği sürecini çok destekleyen bir kesim olarak tarihe geçti.

Ama bugün geldiğimiz noktada durum karıştı. Hem savaş nedeniyle Ukrayna'ya yardım edeceğiz gerekçesiyle Ukrayna’nın tahılına kapıların açılması aşırı bir rekabet ortamı getirdi. Ayrıca biraz önce bahsettiğimiz çevre gerekçeleri ile mazotlar pahalı ve fonlar yetersiz hale geldi. Çünkü artık paralar başka yere gitmek zorunda kaldı. Dolayısıyla bu ayaklanma zaten bütün Avrupa'da ortaya çıkan aşırı sağ eğilimlere bir de bu çiftçileri katarsa o zaman “ne olacak” sorusu ister istemez ortaya çıkıyor. Yine biliyoruz ki her aşırı sağ söylemin arkasında bir Avrupa Birliği karşıtlığı var. Bir de böyle bir cephe açılırsa ki en büyük korkuları o, ne yapacağız diye kara kara düşünüyorlar.

Bir başka görüntü de yeşil enerji projesinin süresi belirsiz bir şekilde öteleneceği, askıya alınacağı, hayata geçirilemeyeceği doğrultusunda da ortaya çıkıyor. Karmaşık, kaotik Avrupa görüntüsüyle karşı karşıyayız.

Ama hâlâ girmek ister miyiz?

Kendi adıma Avrupa Birliği'ne, ekonomik gerekçelerin dışında Türkiye'nin kötü bir Orta Doğu ülkesi olmaması için ömür boyu destek verdim. Her ne olursa olsun Avrupa Birliği bir can simidi olarak, çağdaşlaşma projemizin bir parçası olarak orada durmak zorundadır diye düşünürüm.

“YAŞAM HEP PARADOKSLARLA DOLU, BEN BUNU ÖĞRENCİLERİME YILLARCA 45 DERECEYİ BULMA İŞİ DİYE ANLATTIM, BİR XY AKSESİ ÇİZDİKTEN SONRA X’İ SİL YAZ ORAYA İDEALLERİ, HAYALLERİ, SİL Y’Yİ YAZ ORAYA DA GERÇEKLERİ...”

- Peki, biraz önce sözünü ettiğiniz bu yeşil projenin ötelenmesi bir paradoks yaratmıyor mu? Bir yandan dünya eskiyor yıpranıyor ve açlığa, kıtlığa, susuzluğa doğru gidiyor. Bir yandan da yeşil projenin ötelenme riski doğuyor. Bu bir paradoksal durum değil mi?

- Gayet tabii ama yaşam hep paradokslarla dolu. Sonuçta bütün mesele şu, ben bunu öğrencilerime yıllarca 45 dereceyi bulma işi diye anlattım. Bir XY aksesi çizdikten sonra X’i sil yaz oraya idealleri, hayalleri… Sil Y’yi yaz oraya da gerçekleri.

Diyelim ki bir öğrencisin, çok genç, çok güzel, çok zengin, harika bir kızla evlenmek istiyorsun. Bunlar senin hayallerin… Şimdi buraya gerçekleri yazalım: Sınıfta çaktın, notların kötü, aynaya baktın maymuna benziyorsun, cebinde para yok, akşam hangi çorbayı içeceğin konusunda kıvranıyorsun. Senin hayallerini kaybetmemen ama gerçeklerin üstüne de basman lazım.

Dolayısıyla 45 derecelik açıyı bularak gidersen ancak bir yerlere varabilirsin. Şu anda Avrupa'nın da girdiği tam olarak bu bence.

“AVRUPA BİRLİĞİ TARIM POLİTİKASI BENCE DÜNYANIN İÇİNE EDEN POLİTİKALARDAN BİRİSİ OLARAK TARİHE GEÇMİŞTİR”

- Yazınızda zamanında üçüncü dünya ülkelerine tereyağı, süt ürünleri hibe etmek gibi bir anlatımınız vardı. Bu konuda son durum nedir?

- Tereyağı dağları, süt gölleri diye hep bahsedilirdi. Bir de bunun kötü bir tarafı vardı. Bu kadar ürün fazlası verince tarımdan başka geliri olmayan üçüncü dünya ülkeleri bu politikalardan çok zarar gördüler ve onlara dediler ki: Siz üretmeyin, biz size hibe olarak verelim bu sayede biz stok maliyetinden kurtulalım. Ama bir de bunu Birleşmiş Milletler veya diğer uluslararası örgütler nezdinde “Bak sana verdiğim yardımları keserim haa” tehdidi ile kendi lehlerini oy olarak da dönüştürdüler. Dolayısıyla Avrupa Birliği tarım politikası bence dünyanın içine eden politikalardan birisi olarak tarihe geçmiştir.


“GÖÇMEN POLİTİKASINA BAKTIĞIMIZ ZAMAN MESELA TÜRKİYE İÇİN ÇOK ÖNEMLİ KONU, KÖTÜLERİ BİZE BIRAKTILAR, İYİLERİ KENDİLERİNİ ALDILAR”

- Özellikle Ukrayna savaşı çerçevesinde bakarsak Avrupa çok ciddi göç alıyor. Aşırı sağ da yükselirken, o cazibe merkezine gitmek isteyen insanlar gittiklerinde o cazibeyi yok etmenin de tarafı oluyorlar. Bu konuyu nasıl yorumluyorsunuz?

- Artık ben Avrupa Birliği'nin cazibe merkezi olduğunu düşünmüyorum. Pek çok Avrupa ülkesinde göçmenlere karşı alınan tutumları gördük.

İnsan haklarından bahsediyorsan ve bunda inandırıcı olmak istiyorsan, o zaman insanlara insan gibi davranman lazım. Macaristan'da göçmeni tekmeleyen gazeteci gördük. Yunanistan göçmen botunu batıranlarla dolu, İtalya hakeza benzer görüntüler verdi. Daha medeni yerlere gidenler de kafeslerin arkasında yaşamaya mahkum edildi.

Göçmen politikasına baktığımız zaman mesela Türkiye için çok önemli konu. Kötüleri bize bıraktılar, iyileri kendilerini aldılar. Almanya bir milyona yakın Suriyeli aldı ama en işe yarayanlarını, işe yaramayanları bize bıraktı. Şu anda biz Türkiye olarak, kötü ithal eden iyileri de ihraç eden ülke pozisyonuna geldik. Öyle bir kaotik yapımız var.

Türkiye şu anda Avrupa Birliği ülkeleri için bir göç merkezi haline de dönüştürülmeye çalışılıyor. Geri kabul anlaşması gibi unsurlarla Türkiye taşıyabileceğinden fazla göçmenle karşı karşıya kaldı. Avrupa Birliği'nin içinde de çıkan görüntüler AB'nin yumuşak güç olma tezini, teorisini son derece yıprattı ve yıpratmaya devam edecek.

“FRANSA, ŞİMDİ TÜRKLER DE DAHİL OLMAK ÜZERE TARIMDA ÇALIŞACAK İŞÇİLER NASIL GETİRİLİR, YOLLARINI ARIYOR, AMA BÜTÜN BUNLARA TEZAT OLARAK DA BİR DE VİZE SORUNU ÇIKARTIYORLAR TÜRKİYE'YE KARŞI…”

- Alman aşırı sağının yabancıları Afrika'ya gönderelim gibi hayalleri konuşulurken, yabancıların Avrupa'daki geleceği ve aşırı sağ karşısında durumu konusunda bir gözleminiz var mı?

- Almanya hatta şimdi tarımdaki gelişmelerden sonra bir ölçüde Fransa çok fazla çalışacak göçmene ihtiyaç duyuyor. Almanya iki milyon göçmen istiyor, kalifiye işgücü, işe yarayan işgücü istiyor. Hatta diyorlar ki, bir vizen varsa Almanya'ya geldiysen bir iş bulduysan kaçak bile çalışsan seni sınır dışı etmeyeceğiz… Aşırı sağ ne derse desin gerçeklik bu…

Aşırı sağın laik motifleri her zaman için gerçeklerin dışında tamamen popülist sağ söylemlerdir. Dolayısıyla Almanya'nın gerçeği ile bağdaşmıyor. Keza Fransa, şimdi Türkler de dahil olmak üzere tarımda çalışacak işçiler nasıl getirilir, yollarını arıyor. Hatta bütün bunlara tezat olarak da bir de vize sorunu çıkartıyorlar Türkiye'ye karşı… O da tamamen bizden kaynaklanan bir durum. Aslına bakılırsa  özellikle gençler ne yapıp edip kapağı Avrupa’ya atmanın peşinde. Bir de her önüne gelene pasaport vermek merakımız var. 400 bin dolar verip bir ev alan dört karısı 20 çocuğu ile Türkiye'ye gelip Türk pasaportu aldıktan sonra isimlerini de Türkleştirip oraya gitmeye çalışıyor. Bunu da gördükleri için bu sefer kendileri de bir tezada düşüyorlar. Kime verelim, kime vermeyelim derken Almanya'dan veya Fransa'dan vize almak için iki ay boyunca kuyrukta bekleniyor. Bekledikten sonra parasını ödüyorsun, alma şansın yüzde 50’ler civarında. Böyle de bir tezatla karşı karşıyayız.

“TÜRKİYE'DEKİ MÜHENDİS MİMAR SAYISI, 12 AVRUPA ÜLKESİNDEKİ MİMAR VE MÜHENDİS SAYISININ HEMEN HEMEN 2-3 KATIYDI, BİZ HER YERE BİR ÜNİVERSİTE AÇMAK SURETİYLE NİCELİK İLE NİTELİĞİ BİRBİRİNE KARIŞTIRDIK”

- Avrupa ülkeleri yabancı iş gücü isterken mutlaka deneyim, sertifika, diploma gibi çok önemli kriterler ortaya koyuyorlar. Ama Türkiye'de bunun karşılığı az bulunuyor. Örneğin çok iyi bir elektrik ustası Avrupa'ya gelse gerçekten büyük paralar kazanabilir. Ancak elinde o vesika yok. Buna nasıl bakmak lazım?

- Bu çok başka bir teknik sorun. Gümrük Birliği çalışmaları gerçekleşirken Türkiye Mühendis ve Mimar Odaları Birliği tam üyelik durumunda Türk mimar ve mühendislerinin ne olacağı konusunda bana bir araştırma sipariş etmişti. O dönemde genişleme gerçekleşmemiş AB 12 ülkeyle sınırlıydı.

Türkiye'deki mühendis mimar sayısı, 12 Avrupa ülkesindeki mimar ve mühendis sayısının hemen hemen 2-3 katıydı. Neden? Biz önümüze gelen her yere bir üniversite açmak suretiyle nicelik ile niteliği birbirine karıştırdık.

Nicelik çok oldu, nitelik hiç olmadı. Almanya'da nasıl olduğuna baktık.

Bizde dört yıl okunur ve diploma alınır, imza yetkisi hemen elinize geçer. Orada ise üç yıl okuyorlar, sonra iki yıl şantiyeye geliyorlar, iki yıl da ofise dönüp bir proje üstünde çalışıyorlar. Yedinci yıl sonunda başarılı olursa imza yetkisi alıyorlar.

Dolayısıyla diplomaların karşılıklı tanınması için eğitim kalitesinin örtüşmesi gerekiyor ki verilen sertifika diploma geçerli olsun. Türkiye'de bütün bu işlere kafa patlatırken niteliği ön plana çıkararak düşünmemiz gerekiyor. Diğer türlü her yıl yeni mutsuz işsiz gençler ortaya koyuyoruz ve onların da biraz önce bahsettiğimiz şekliyle pasaport alıp yurt dışı hayallerine kavuşma şansı da gerçekleşmiyor.

Zamanında bu işlerle uğraşırken teknik boyutuyla AB standartlarıyla Türk standartlarının uyumu meselesi de gündeme gelmişti. İki tane standardizasyon kuruluşu oluşturmuşlardı ve en büyük soru şuydu: Standart yapmak demokratik bir prosestir. Bir tarafta üreticinin çıkarları, diğer tarafta tüketicinin çıkarları var. Dolayısıyla bu demokratik süreçte bir denetim mekanizması şarttır.

Denetim mekanizmasını kurumsal bazlı kurduk. “Aslında bütün mesele denetleyeni kim denetleyecek” sorusunun arkasında gizli. Bizde ise tek denetçi her şeyin belirleyicisi olduğu zaman maalesef hibrit demokrasinin alt sınıflarından demokrasinin üst sınıflarına geçemiyoruz.

Tijen Mergen’in Türk kadınına yönelik ‘ön yargıyı’ yıkan mücadelesi!

Usta borsacı Üzeyir Doğan’la konuştuk... İşte bomba öneriler, uyarılar ve büyük sürpriz beklentisi

SPD Milletvekili Yüksel, Almanya’nın büyük ihtiyacı ‘genç kalifiye göç’ü anlattı

Genç finansal danışman, girişimci Bikem İnce İnanç’tan ‘bilimsel ihracat’ uyarısı

Ünlü deniz biyolojisi doktoru ve belgeselci Mert Gökalp’ten kurtuluş reçetesi

2024’ün 'yıldız haritası'nda ekonomik kriz görünüyor mu? Astrolog Binnur Zaimler yanıtladı

 

YORUMLAR (0)
:) :( ;) :D :O (6) (A) :'( :| :o) 8-) :-* (M)