Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) Başkanlığı’na seçildiği 2005’te CHP’den istifa edip ABD’ye gitti. UNDP görevi sona erdiğindeyse Washington-İstanbul arasında mekik dokumaya başladığı bir akademik hayata geçti. Altı yıldır hem Sabancı Üniversitesi Uluslararası Danışma Kurulu Üyesi hem de dünyanın en kıdemli düşünce kuruluşlarından Brookings Enstitüsü’nün başkan yardımcısı. Aktif siyasetin içinde olmasa da Türk siyasetinde ‘ekonominin akili’ konumunu sürdürdü.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığıyla birlikte
CHP ile ilişkisinin daha sıcak tonlarda devam ettiği de sır değil. Ancak yine de 7 Haziran sonrası için muhtemel bir CHP’li iktidar senaryosunda ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığı teklifine yeşil ışık yakması sürpriz oldu. Kılıçdaroğlu’nun söz konusu teklifi getirdiği görüşmeden iki gün önce dostane bir sohbet için buluşmuştuk. İpucu dahi vermemişti...
Kılıçdaroğlu ile görüşmesinin perde arkası basına sızınca sitem etmek için aradığımda Washington’a dönüş yoluna düşmüştü bile. Hayatında ilk kez Skype üzerinden röportaj vermeye ikna ettim. Sahalara dönüş ihtimalini konuşmak için yeniden Türkiye’ye geleceği tarihi bekleyemezdim!
- Geçen haftaki Türkiye ziyaretiniz sırasında CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’yla bir görüşme yaptınız. Basına yansıdığı kadarıyla Kılıçdaroğlu size bir teklif yapmış. CHP’nin iktidara gelmesi durumunda ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığını önermiş, siz de kabul etmişsiniz. Nedir doğrusu?
“CHP’nin söz sahibi olduğu sosyal demokrat boyutu güçlü bir iktidar kurulursa, ekonomiden sorumlu olabileceğim bir görevi kabul ederim” dedim. Kemal Bey de bundan mutlu olacağını ifade etti. CHP’nin söz sahibi olduğu bir iktidar, CHP’nin tek başına iktidarı anlamına gelmiyor.
- Bu ayrımı yapma gereği hissettiğinize göre CHP’nin ortağı olduğu bir koalisyonu ima ettiğinizi anlıyoruz. Doğru mu ?
CHP’nin söz sahibi olacağı bir iktidarın koalisyon olma ihtimali yüksek. Ama nasıl ve kiminle bir koalisyon olabileceğini söylemek mümkün değil seçimlerden önce.
- Ak Parti’ye alternatif bir CHP koalisyonun muhtemelen formülasyonuna dair tartışmalar geçmişte de çok yaşandı. 2007 döneminde CHP-MHP koalisyonu ihtimalinin Batı’da da çok dillendirilen bir olasılık olduğunu hatırlıyorum. CHP’nin bugün iktidarı kiminle paylaşmasının daha makul bir formül olacağını düşünürsünüz?
Benim şu anda partide herhangi bir yetkim yok. Dolayısıyla nasıl bir koalisyon olur ya da olmaz diye görüş ifade etmem söz konusu değil. CHP’nin yetkili kurulları buna seçim sonuçlarına göre karar verir.
- CHP’deki önseçimin sonuçlarını nasıl değerlendirdiniz?
Mümkün olduğu kadar açık bir önseçimin olmasını hep istemişimdir. Kemal Bey’le bunu sanıyorum 2 yıl önce de tartışmıştık, o da istiyordu. Artık adayların çok önemli bir bölümünü bütün parti üyeleri seçebildi. Böyle bir önseçim uzun yıllardan beri herhangi bir parti için bir ilk. Doğru, özgüvenli ve demokratik bir adım. Umarım ileriki yıllarda CHP üye sayısı bu sayede daha da artar.
- CHP’nin son yıllardaki genel performansını nasıl buluyorsunuz? Parti içinde büyük tartışmalar, kopuşlar yaşandı. Ulusalcı isimlerden ayrılıp yeni parti kuranlar oldu. CHP’de devam eden değişim sancısı nasıl bir istikamette ilerliyor sizce?
İki noktanın altını çizmek istiyorum. Herhangi bir demokrasinin sağlıklı islemesi için yarışmanın olması gerekir. Genelde orta sol ile orta sağ çekişir. Bazı ülkelerde ufak partiler de önemli bir rol oynar, ama yarış temelde orta sol ile orta sağ arasındadır. Bence bunun Türkiye’de de böyle olması yararlı olur. CHP’ye gelince...partide değişim ta Bülent Ecevit-İsmet Paşa mücadelesinden beri sürüyor. Aslında saygılı ve yapıcı oldukça parti içi yarışmalar da demokrasinin önemli bir boyutudur, ve CHP’de gerçek bir parti içi demokrasi oluşuyor.
Ulusalcılık konusuna gelince. Türkiye ulus-devletini Osmanlı İmparatorluğu’nun bin bir yöresinden gelen ve yeni Türkiye’de can güvenliği bulan göçmenlerle birlikte kuran CHP için, ulus-devletin birlikteliğini korumak özel bir önem taşıyor. Ancak küresel ekonomik gelişmeler 2010’lu yılların ulus-devleti ile, 1930’larin ulus-devleti arasında önemli farkların gelişmesine yol açmıştır. Özellikle sermayenin ileri düzeyde küreselleşmesiyle, ulus-devletlerin sosyal görevlerini yerine getirebilmeleri için, küresel sosyal demokrasinin güçlenmesi ve sosyal demokratlar arasında dayanışma bugün başarı için “olmazsa olmaz” bir koşul olmuştur.
SOL KANATTAKİ BU İKİ PARTİ ARASINDAKİ İLİŞKİ DAHA DA DÜZELEBİLİR
- HDP’nin geçen cumhurbaşkanlığı seçiminden bu yana sürdürdükleri yeni strateji hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bence artık hep birlikte ileriye bakmamız gerekiyor. HDP’nin etnik politikaya dayalı bir parti olarak değil, sol bir “Türkiye partisi” olarak ortaya çıkmaya çalışması demokrasimiz için çok önemli ve olumlu bir gelişmedir. Herhalde hatırlarsınız, Kürtçe dil, öğretim ve Türkçe ile birlikte eğitim serbestisini 20 yıldır savunuyorum, aynı başörtüsünün serbest olmasını savunduğum gibi. HDP kendisini Kürt vatandaşlarımızı çok bir “Türkiye partisi” olarak tanımladığı andan itibaren CHP’de de büyük bir rahatlama oldu. Esasen ikisi de sol kanatta olan bu iki parti arasındaki ilişkiler düzeldi, daha da düzelebilir, HDP bugün beyan ettiği çizgisini geliştirebilirse. Tabii aynı ekonomik programı savunmuyorlar. HDP, ekonomiye bakışı sosyal demokrat CHP’den daha devletçi gözüken, belki daha ‘popülist’ bir parti. CHP devletin iyi denetlediği ve düzenlediği ama özellikle orta-boy ve küçük özel girişimcinin dinamizmine güvenen bir piyasa ekonomisini öngörüyor. CHP ayni zamanda, Türkiye sınırlarını koruyarak, Cumhuriyet’in birlikteliğini bozmadan, Kürt kimliğini tümüyle tanıyan, bundan artık bir rahatsızlık duymayan bir çizgide. Bunda Kemal Kılıçdaroğlu’nun büyük bir rolü oldu. CHP artık özgürlüklere sonuna kadar sahip çıkan, sosyal adalet ve eşitlikle birlikte özgürlüğü de sonuna kadar savunan bir sosyal demokrat parti olmak yolunda.
- CHP’nin Kürt kimliğiyle sorunu olmayan bir çizgiye oldukça yaklaştığını söylüyorsunuz.
Benim ve Türkiye’deki pek çok dostumun algılaması bu yönde.
GEÇMİŞTE KÜRTLERİN HAKKINI VERMEDİĞİMİZİ VE HATALAR YAPILDIĞINI ANLAMIŞ BULUNUYORUM
- Geçen sene Taha Akyol’un programında, PKK’nın ve Öcalan’ın kendi içinde geçirdiği değişime ilişkin görüşlerinizi paylaşmıştınız. Herkes şunu merak ediyor. İktidara gelmesi durumunda CHP’nin 2.5 senedir devam eden barış süreciyle ilgili tavrı ne olacak? Siz şimdi yine parti yönetiminde göreviniz olmadığını hatırlatacaksınız. Ama biz biliyoruz ki sizin özgürlükçü görüşlerinizin CHP içinde önemli karşılığı var. İktidara gelmiş bir CHP’nin süreci ne şekilde devam ettirmesini temenni edersiniz, önerirsiniz?
CHP mutlaka barış sürecinin başarıya ulaşması, barışın Türkiye’de tam anlamıyla yerleşmesini ve bütün Türkiye vatandaşlarının eşit ekonomik ve kültürel haklarla yaşamasını diler. Bundan kuşkum yok. Ama bu sürecin şeffaf bir şekilde yönetilmesini, meclisin önemli bir rol oynayacağı bir oluşum olarak devam etmesini arzu ediyor. Neticede bana Türkiye’deki barış süreciyle ilgili bir görev teklif edilmedi. Bana teklif edilen, ekonominin yönetimiyle ilgili bir görev. Dolayısıyla barış sürecinin ayrıntılarıyla ilgili bir beyanda bulunma hakkını kendimde bulmuyorum. Ama ben tam bir Avrupa demokrasisinde ne haklar varsa, Almanya’da, Fransa’da, İspanya’da ne haklar varsa, aynen Türkiye’de de olmasını isterim. Türkiye’nin mutlaka birlikteliğini korumasını arzu ediyorum. Ama aynı zamanda da geçmişte Kürt vatandaşlarımıza haklarını vermediğimizi ve ciddi hatalar yapıldığını da anlamış bulunuyorum. Dolayısıyla barışın gerçekten karşılıklı bir güvene dayalı olarak tesis edilmesi için herkesin hem her türlü şiddetten vazgeçmesi hem de geçmiş hatalardan ders çıkarması gerekir.
TAM PARTİZAN OLAMIYORUM ERDOĞAN’IN BARIŞ SÜRECİNİ BAŞLATMASI ÖNEMLİYDİ AMA DAHA GENİŞ TABANLI DEVAM ETMELİ
- Konumunuzla ilgili hassasiyetinizi anlıyorum ama kişisel görüşlerinizi netleştirmek için soruyorum. Taha Bey’le sohbetinizde Öcalan’la müzakere edilmesine karşı olmadığınızı dile getirmiştiniz. Bugün itibarıyla sürecin Öcalan’la yürütülmesine itirazınız var mı?
Bu konum değil, bunu anlayın lütfen. Ama bir kişiyle, hele de seçilmemiş bir kişiyle müzakerelerin yürütülmesi, çok anlamlı değil. Müzakerenin- özellikle 7 Haziran’dan sonra – seçilmiş temsilcilerle devam etmesi iyi olur diye düşünüyorum. Biliyorsunuz ben hiçbir zaman tam partizan olamıyorum. Sayın Erdoğan’ın barış sürecini başlatması benim tasvip ettiğim bir şey. Başlatmak önemliydi. Ama sürecin bir çok eksiğini de görüyorum. En büyük eksiği şeffaf bir şekilde yürütülmemesi ve meclisin yeterli bir rol oynamaması. Barış sürecinin başarıya ulaşması. Ama bu süreci demokratik bir çerçeve içinde seçilen bütün partilerin katkısıyla bütün Türkiye’nin yürütmesi lazım. Aslında gerçek karşılıklı güven de sadece böyle geniş tabanlı bir süreç sayesinde oluşabilir.
YÖNETİMİN ÇELİŞKİLERİ YÜZÜNDEN 2015’TE YÜZDE 2 BÜYÜME BİLE ZOR
- Demokrasilerde genelde yarışmanın orta sol ve orta sağ arasında geçtiğini söylediniz. Orta sol ile CHP’yi kastettiğiniz açık. Türkiye’de denklemde orta sağ üzerinde şu anda AK Parti oturuyormuş gibi gözüküyor. AK Parti, ekonomi politikaları itibarıyla orta sağda durabiliyor mu?
Türkiye’de bugün sağ büyük ölçüde AK Parti ve MHP tarafından, sol da büyük ölçüde CHP ve HDP tarafından temsil ediliyor. Bir çok açıdan aslında AK Partinin 2003-2007 dönemiyle, 2008-2014 dönemi arasında ciddi farklar var. İlk donemde orta-sağ, muhafazakar-demokrat bir çizgide ilerleyeceği umudu vardı. Ben özellikle ekonomik alana değineceğim. Krizden çıkışla birlikte, 2003-2007 arasındaki ortalama büyüme hızı yüzde 7’ye yaklaştı ve bu Türkiye için hakikaten parlak bir büyüme dönemi oldu. Sayın Babacan ve Sayın Simsek ciddi bir bütçe politikasına devam ettiler ve büyüme ile birlikte kamu borçları azalabildi. Popülist bir politikaya yönelmeden, uluslararası ortamın da katkısıyla, yüzde 7’ye yakın bir büyüme yakalandı. Ama 2008-2014 döneminde büyüme hızı yüzde 7’den yüzde 3.2’ye düştü. 2012-2014 döneminde ise yüzde 3’ü zor yakaladı. Önümüzdeki 2015 yılında ise yüzde 2 gibi çok düşük bir büyümeyi yakalamak bile zorlaştı, bugünkü yönetimin çelişkileri yüzünden.
İLERİ PİYASA EKONOMİLERİNDE POLİTİKA GÜNLÜK KARARLARA KARIŞMAZ
- Buna sebep olan iç faktörlerden en belirgini hangisi sizce?
Güven çok azaldı. Yatırım her şeyden önce bir güven meselesidir. Bütün ekonomiyi düzenleyen ve denetleyen kurumların herkese eşit mesafede durması, bu güven için çok önemli. Merkez Bankası’nın bağımsızlığı, BDDK gibi kuruluşların özerkliği çok önemli. Hedefleri belirlemek tabii ki hükümetin ve meclisin hakkıdır. Ama hangi araçlarla bu hedeflere ulaşılacağı konusunda ileri piyasa ekonomilerinde politika günlük kararlara karışmaz. Maalesef bence Türkiye’de bugünkü tasarruf ve yatırım eksikliğinin en temel nedeni güven eksikliği. Ulusal tasarruf Türkiye’de uzun zamandır görülen en düşük düzeyine indi. Ayrıca Türkiye dünyada en düşük ulusal tasarrufu olan ülkeler arasına girdi.
BABACAN VE ARKADAŞLARI 2007’YE KADAR KURULLARIN ÖZERKLİĞİNİ KORUYABİLDİ
- Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nde geçen Aralık ayında yaptığınız bir konuşmada Ali Babacan yönetiminde 2002-2007 arasında Türkiye’nin altın çağlarından birini yaşadığını söylemiştiniz. Genel olarak da Babacan’ın yönetim performansını takdir ettiğinizi biliyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise son dönemde hem Ali Babacan’ı hem de Merkez Bankası Başkanını dışardaki faiz lobisinin uzantıları olmakla suçladı adeta. Cumhurbaşkanlığı Sarayındaki ekonomi ekibiyle Sayın Babacan’ın ciddi gerginlikler yaşadığı konuşuluyor. Siz Babacan’ın karşı karşıya kaldığı durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben bu konuya girmek istemiyorum. Bu AK Partisi çevresinin kendi içindeki bir tartışması. Ben ancak rakamlara dayalı şunu söyleyebilirim. Türkiye 2001’de çok ağır bir krize girdi, benim bakanlık dönemimde bunu bir yıl içinde atlatabildi. 2002’de büyüme yüzde 6.2 olarak gerçekleşti. Krizden çıkış 2002’de oldu. Bunu sağlayan reformlar nelerdi? Sıkı bir maliye politikası, esnek kur, yüksek enflasyonu yenebilecek bir makro-ekonomik çerçeve. Ve etkinliğe dönük yapısal reformların başlangıcı. Bazı konularda özelleştirme dedik ama bazı konularda ise özelleştirmeye karşı olduk. Örneğin arkadaşlarımla birlikte IMF tarafından önerilen Türk Hava Yolları’nın ve Ziraat Bankası’nın özelleşmesini istemedik. Ben bir sosyal demokrat olarak bazı stratejik sektörlerde devletin rol oynamasına taraftarım. Devletin stratejik bir paya sahip olduğu bir kurum da çok etkin ve karlı bir kurum olabilir. Ama bu kurumların ekonomik ilkelere göre yönetilmesi gerekiyor. Ekonomiyi düzenleyen ve denetleyen kurulların özerk olabilmesi ve iyi yönetilmesi gerekiyor. Sayın Babacan ve arkadaşları 2007’ye kadar bu kurulların özerkliğini koruyabildiler. Ben olsaydım 2001 krizini yendikten hemen sonra, 2003’ten itibaren sanayideki dönüşümü hızlandıracak ve yeni teknolojilerin Türkiye’ye bir an önce gelmesini sağlayacak daha aktif – ama gene bütün oyunculara eşit fırsatlar tanıyan - bir sanayi, eğitim ve teknoloji politikasını benimserdim. Bu konularda aynı yaklaşımı paylaşmayabiliriz ama Türkiye makro-ekonomik politikalar açısından 2007’ye kadar oldukça iyi yönetildi.
SİYASET VE EKONOMİ ARASINDAKİ HASSAS DENGE BOZULDU
- 2007’den sonra ne oldu?
Geriye dönüş adım adım başladı. Özellikle 2011 den sonra, düzenleyici kurullar, torba yasalarla özerkliğini kaybetti. İhale yasası onlarca defa değiştirildi. Siyaset ve piyasa ekonomisinin işleyişi arasındaki hassas denge bozuldu. Büyüme hızı da yüzde 3’ün altına düştü. Maalesef bugün 2007’dekinden çok farklı bir ekonomiyle karşı karşıyayız. Yüzde 3 büyümeyi zor yakalayabilen, dolayısıyla az istihdam yaratan, Türkiye’nin güzel 2023 hedefleriyle çelişen bir ekonomik ortamla karşı karşıyayız.
TÜRKİYE’NİN BUGÜNKÜ PERFORMANSI POTANSİYELİNİN ÇOK ALTINDA
- Ekonomik göstergeler sizin anlattığınız yönde. Öte yandan Cumhurbaşkanı, Merkez Bankası’nın özerk konumundan rahatsız. En son örtülü ödenek yetkisine kavuştu. İstediği 400 milletvekilini de alırsa ekonomi politikalarını da daha çok kendi insiyatifiyle belirlemek isteyeceğini düşünmek zor değil. Siyaset bu tonda devam ederse, Türkiye’yi 2015-2016’da nasıl bir ekonomik tablo bekler?
Türkiye çok büyük potansiyeli olan, insanların cok çalışkan olduğu bir ülke. Ciddi bilgisi ve deneyimi olan bir bürokrasiye sahip bir ülke. Dolayısıyla Türkiye’nin iyi yönetildiğinde ortalama en az yüzde 6 büyümesi, bol istihdam yaratması mümkün. Ama bunun için insanlara yeni bir güvenin gelmesi lazım. Kendi aramızdaki politik çekişmeyi makul bir düzeye indirmemiz lazım. Barış sürecinin başarılı olması lazım. Bütün Türkiye vatandaşlarının ülkenin geleceğine güvenebilmesi lazım. Temel mesele burada. Bunun için de ekonomiyi piyasa kuralları içinde denetleyen çağdaş bir devlet olmalı, siyasi çekişme her an kendini ekonomik alanda göstermemeli. İnsanlar ‘hangi bakan gelirse gelsin, hangi iktidar gelirse gelsin hızlı büyüme devam eder ’ inancına kavuşmalı. Böyle bir sistemi kurmaya çalıştık 2001-2002 döneminde. Yeni de bir formül icat etmedik. Dünyada başarılı uygulamaları örnek aldık. Bunu zaten Türk teknokratları biliyordu. Bunları yasa haline getirdik. Kimsenin başkasına göre haksız bir avantaj sağlayamayacağı bir yapıyı kurmaya çalıştık. Maalesef bu yapı yavaş yavaş bozuldu. Şimdi de, çok düşük petrol fiyatlarına rağmen, Türkiye potansiyelinin çok altında bir ekonomik performans sergiliyor. Bu alın yazısı değil. Bol istihdam yaratan, kötü yıllarda yüzde 5, iyi yıllarda yüzde 7 büyüyen bir Türkiye tamamen mümkün.
DIŞARDA TÜRKİYE’Yİ OLUMLU OLMAYAN ŞEKİLDE KONUŞMAK İSTEMİYORUM ....SORULUNCA SUSUYORUM
- Kemal Kılıçdaroğlu’nun teklifini kabul ederek, 10 sene sonra aktif siyasete yeşil ışık mı yakmış oldunuz?
Eğer milletvekili adayı olsaydım, seçim kampanyasına katılmış olsaydım, siyasi ortama girmiş olurdum. Onu yapamadım. Partizan politikayı çok zor bulduğumu, yazı yazmayı, her şeyi yeniden sorgulamayı sevdiğimi biliyorsunuz. Ama Türkiye hakikaten önemli bir yol ayrımında. Yüzde 7’ye yakın büyüme yüzde 2’ye düştü. Nüfus artışını da katarsak bu artık Türkiye kişi başına aşağı yukarı hiç büyümüyor demek. Buna çok üzülüyorum. İsçisiyle, işvereniyle, çiftçisiyle çok büyük çabalar gösterdi Türkiye. 2002-2007 döneminde bütün dünyada göğsümü gere gere ‘Evet ben Ak parti iktidarıyla her konuda aynı fikirde değilim ama Türkiye büyüyor, dünya oyuncusu oluyor ve Avrupa hedefini koruyarak bunu yapıyor’ diyebiliyordum. “Hem Müslüman ülkelere örnek oluyor, hem Afrika’da seviliyor, hem BM Güvenlik Konseyi’ne girdi, hem de Avrupa ailesinin bir üyesi olmak üzere ilerliyor” derdim. Şu anda ise bana yöneltilen sorulara hiç yanıt vermiyorum. Türkiye hakkında dışarda temelde olumlu olmayan bir şekilde konuşmak hiç bir zaman içimden gelmez. Bugünlerde yapabildiğim susmak.
- Türkiye’de hiç bir alanda mı ilerleme yok?
Bazı ilerlemeler var. Bugün HDP’nin yeni söylemiyle seçime girmesi bence Türkiye demokrasisi için sevinilecek bir şeydir. CHP’nin bütün üyelere açık önseçimi bir ilerlemedir. Dolayısıyla çok ciddi başka sorunlara rağmen, demokrasi konusunda sadece kötümser düşünmek doğru değil. Ama önümüzdeki yıllarda ilerlemeler devam mı edecek yoksa sorunlar mı büyüyecek kuşkusu var. AB’ye üye olmak hiç kolay değil ama ben bu konuda hem Sayin Kılıçdaroğlu’nun hem de Sayın Abdullah Gül gibi bir devlet adamının perspektifini paylaşıyorum. Türkiye Avrupa çerçevesinden, Kopenhag kriterlerinden, Avrupa’daki kurumlara üye olmaktan vazgeçen, kendini sadece bir Ortadoğu ülkesi gibi gören bir ülke görünümünü vermesi Türkiye vatandaşları tarafından benimsenmiyor.
TÜRKİYE’DE HERŞEY GÜZEL OLSA BU SORUMLULUĞU DUYMAZDIM ASLINDA TERCİHİM AKADEMİK HAYAT
Ortadoğu’da her gün televizyonlarda görüp üzüldüğümüz durum ortada. Bütün bunlar Türkiye’yi bir yol ayrımına getiriyor. Bu yol ayrımında CHP’nin söz sahibi olması ve cağımız gereği Avrupalı Sol ile bir dayanışma içinde, demokrasi, insan ve özellikle kadın hakları, ve sosyal adalet içinde büyüme hedeflerini yeniden canlandırması lazım. Bu yüzden de Kemal Bey bana o soruyu sorduğunda ‘Eğer CHP’nin söz sahibi olabileceği bir hükümet kurulabilirse ekonomiyi yönetebilecek bir görevi kabul ederim’ dedim. Bu sözü de tutarım. Türkiye’nin yeniden yüzde 7 yakın büyüyen bir ekonomi olması mümkün. Ben de bu konuda bir sorumluluk hissediyorum. Her şey güzel olsa, Türkiye ekonomisi bugün yüzde 6-7 büyüse, demokrasi ve özgürlükler konusunda da bir sorun olmasa, bu sorumluluğu duymazdım. Ben hayat tarzı olarak akademik hayatı tercih ediyorum.
2001- 2015 FARKI: BUGÜN ACİL FİNANSAL KRİZ YOK AMA HAK ETTİĞİ GİBİ BÜYÜMEYEN VE AVRUPA’DAN UZAKLAŞAN BİR TÜRKİYE VAR
- 2001’de de Dünya Bankası Başkan Yardımcılığı görevini Türkiye zor bir durumda olduğunda bırakıp gelmiştiniz. Bugün de dönüp gelmeyi düşündüğünüze göre tablo eşit ölçüde kritik mi?
Durumlar farklı. 2001’de acil bir finansal kriz vardı. Şu an Türkiye için kısa vadede finansal bir kriz tehlikesi görmüyorum. Bunu önlemekte kurun esnek olması çok önemli. Ama en az yüzde 6 büyümesi gereken ve yüzde 7 büyüyebilecek bir ülkenin yüzde 2 büyümesiyle karşı karşıyayız. Gelişmiş ülkeler arasına girmek için ciddi adımlar atan bir ülke yerine her gün Avrupa’dan uzaklaşan bir Türkiye algılıyorum. Bu durumda Türkiye’ye bir katkıda bulunabileceksem ‘hayır’ diyemem. Yavaş büyümeyi, istihdam eksikliğini, gençlerin umutlarını yitirmesini üzülmeden izlemek mümkün değil.
- Bitirirken takılayım size; nerdeyse milliyetçi bir damarınız var diyeceğim...
Yurtsever bir insan olduğumu sanıyorum. Sosyal demokrat bir sorumluluk duygum var. Milliyetçilik başkalarına karşı üstünlük veya düşmanlık duygularını beslemekse, o bende yok. Her türlü ırkçılığa ve insanlar arası ayrıma karşıyım. Ama milliyetçilik, bütün insanlığı sevmekle birlikte Türkiye insanlarını, yakınlarımı özellikle sevmekse, Türkiye’nin barış içinde mutlu ve iyi is sahibi insanların ülkesi olmasını dilemekse milliyetçiyim. Gene de yurtsever kelimesini 21’inci yüzyılda daha doğru buluyorum.