Herşeyden önce bir centilmen;
Salona gelişi, nezaketi, sempatikliği, duruşu, söze girişi, ses tonu mükemmel…
Sonra sportmen;
Snowboard’da, dalgiçlıkta, golfte, teniste usta. Kitesurf’da tam bir profesyonel…
Bitti mi, hayır!
Maceraperest;
Survivor gibi beden ve ruh sağlığını limitlerine kadar zorlayan bir yarışmanın kahramanı.
Ve bir yıldız..
Reklamların, dizilerin, sinemanın aranan kanı…
Üstüne bir de cila; Ayvalıklı…
İşte Bay Karizma… Tam karşımda…
Ayvalık’tan Boğaz’a ‘aşk’ hızıyla transfer
Ofiste ‘merhaba’laştığımız andan itibaren üzerinde taşıdığı rahatlığı bana da verdi sağolsun Kemal Pekser. Böyle tanışıklık, muhabbet, gerçekten güzel oluyor. Hoş sohbet insanı doyuruyor. Bilgi akıyor. Heyecanlar, beklentiler, hedefler, projeler, tüm çıplaklığyla ortaya çıkıyor. Aşklar, firarlar, sakınmadan, utanmadan dile geliyor.
Merak bu ya, rakı-balık-Ayvalık’tan, rakı-şiş kebap-Boğaz’a neden transfer oldu sorusu ‘gümm’ diye düşüyor masaya.
Hafif bir tebessüm yayılıyor suratına. Gözlerinden belli, biraz geçmişe gidiyor. On an kimbilir kimler, neler film gibi geçiyor? Derin bir nefesle söze giriyor Kemal Pekser:
“İnanır mısınız İstanbul’la hiç alakam yoktu. İlkokulu ve ortaokulu Ayvalık’ta, liseyi de İzmir’de bitirdim. Ardından Eskişehir Üniversitesi Turizm ve Otelcilik Bölümü’nü kazandım. Ama bana yetmedi. Çünkü hayatım boyunca hep sporla uğraştım. Başka şeyler de yapmalıydım. Tam da o günlerde İstanbullu bir kızla tanıştım. İstanbul’da medya İletişim okuyordu. Ben de yağız Ege delikanlısı. Tam bir yıl boyunca her hafta sonu Ayvalık’a geldi. İkinci senemizde ilişkimiz erör vermeye başladı. Sonunda kız arkadaşım, “Eğer İstanbul’a gelmezsen bu iş yürümez” dedi. Tabi ben tutuştum. Babam, “Saçmalama ne işin var İstanbul’da?” dese de dinleyen kim? Her şeyi bırakıp cebimde 5 kuruş olmadan koca kente kaçtım. İnanır mısınız İstanbul’u bir tek televizyonda görmüşüm o güne kadar. Şaka gibi değil mi?”
Sabahtan akşama kanalda, gece barda…
Evet, şaka gibi belki ama büyük, çileli aşklar böyle başlıyor…Nitekim öyle de oluyor. İstanbul aşkı kanına giriyor, canı oluyor. Bu arada cinsilatif aşkın sızısı yüreğine oturuyor. Ama ne var ki, Mevlanın’da dediği gibi, “Bütün sözler dünle beraber gitti cancağızım, şimdi yeni şeyler söylemek lazım…” misali yeni yeni heyecanlar giriyor Kemal Pekser’in hayatına.
Duraklıyor, yara, üstü kabuk bağlasa da kalp bu, hatırlıyor. Ama durmak yok, konuşmaya devam ediyor:
“İstanbul’a geldim ama işsizim. İş arıyorum. Kız arkadaşım da Cine 5 TV’de staj yapıyor. Bir gün beni aldı televizyona götürdü. Bende bir kıvılcım görünce hemen staja başlattılar. Bu arada bir de Taksim’de garsonluk ayarladım. Artık duble çalışıyordum. Sabahtan akşama kanalda, gece de barda. Ancak çok yorucu geldi bana. Bir süreböyle geçti,zaten sonra kız arkadaşımla ayrıldık. “
Yerinden doğruluyor Pekser, beden dikleşiyor. Hayatının dönüm noktalarından biri yaklaşıyor, hissediyorum.
“Televizyon 4-5 sene sürdü. Yıl 2005, bir pazar akşamı evdeyim, kendi kendime karar verdim, ‘Askere gideyim’ dedim. Ertesi sabah askerlik şubesine uğrayacağım. Televizyon açık. Birden Survivor tanıtımını gördüm. Dikkatimi çekti. Baktım, çok güzel görünüyor. Başvurdum. 40-50 bin kişinin içinden seçildim. O zaman Survivor, Kanal D’de yayınlanıyordu. Yapımcılığını
Pelin Akat, sunuculuğunu Ahmet Utlu yapıyordu. Ben kışlada gözümü açacağım diye beklerken, gözümü bir açtım Karayip’lerdeyim. Survivor macerası böylece başlamış oldu. İyi mücadeleydi. Yarışmada son sekize kaldım. Yarışma bitince geldim. Sonra da…”
Heyecan dorukta ama cümle havada!!
Ben ona bakıyorum, o beni bekliyor. Sanki tepkimi test ediyor.
“Haydaaa” diyorum, soruyorum: Ne oldu sonra?
“Numbeone TV’de sunuculuğa başladım.”
Eee, insan hem yağız delikanlı, görüntü de jön olunca…
Merhaba Yeşilçam
Çaylar geliyor, demli. Yudumluyoruz. Sessizlik şöyle bir uğrayıp geçiyor masamıza. Kahin değilim ama yüzündeki ifade ele veriyor, “Daha bitmedi Serap Hanım” diyor. Sessizce, gözleriyle…
“Abdullah” ismini duyar duymaz “Oğuz mu?” diyorum. Bingo! Keyfim yerine geliyor. Belli, Pekser için artık önlemez bir yükselişin kapıları açılıyor. Yönetmen, yapımcı, senaryo yazarı ünlü bir isimle aynı ofiste soluk almak kolay mı? Ama o başarıyor. Abdullah Oğuz, Kemal Pekser’i ajansına alınca ‘Yeşilçam’lı, ‘ekran’lı günler başlıyor… Biket İlhan’ın köy enstitülerini anlatan filmini hatırlıyorum o an; Kemal Pekser, Yetkin Dikinciler gibi bir ustayla aynı kareleri paylaşıyor. Reytingi ve konusuyla Kanal D’nin yüzakı dizisi Küçük Kadınlar’da gönüllere taht kuruyor...
Anlatırken o kadar keyif duyuyor ki, 8 dizide, 3 sinema filminde oynarken aldığı keyfi düşünemiyorum bile. Elimde değil, imreniyorum işte… J)
Ama reyting acımasızlığının nasıl can acıttığına da tanık oluyorum sözlerinde. Elimde değil, buna da üzülüyorum işte.
O hissiyatı, o tepkiyi, o serzenişi, Pekser’in cümlelerinden aynen aktarıyorum: “Dizi çektiğiniz zaman stresi hiç bitmiyor. Yok reyting, yok çalışma saatleri vs. Mesela Karagümrük Yanıyor diye bir iş yapmıştık ve sahiden iyi gidiyordu. Ama dizi 9. bölümde kalktı. Bu çok tatsız ve acımasız bir sistem…”
Buradan dev bir sektöre ‘koca’man bir mesaj gidiyor…
Ardından ise yeni bir bomba geliyor. Artık ‘reklam’ devri başlıyor…
40-50 reklam filminde rol aldım
Maşallah diyorum, genç yaşa, bu kadar girişimi nasıl sığdırmış aklım almıyor. Bunu zeka artı yetenek artı beceriye bağlıyorum. İstek, arzu, talep edilme şıklarını da işaretliyorum.
Konuşmasına devam ediyor: “2009-2010 yılından dizi ve sinema oyunculuğunu bırakmadan reklam filmi çekmeye başladım. Aşağı yukarı 5 yılda 45-50 reklam filminde rol aldım. Son dönemde Avea Prime ve D-Smart reklamında oynadım. Set maksimum 2 gün sürüyor. Ve de sizi anlayabilecek daha kaliteli insanlarla çalışıyorsunuz…”
Proje üstüne proje… Atak üstüne atak… Yüksek bir tempo… Müthiş bir enerji… Hem de sürekli. Peki ya tansiyon ne durumda?
Pekser adeta yerinden zıplıyor: “Bu da soru mu, bende tansiyon olur mu?”
Dilinden çıkmıyor ama bu bakış onu söylüyor. Ama ben nereden bileyim, Kemal Pekser’in centilmen olduğu kadar sportmen de olduğunu?
Her gün 7 kilometre koşuyorum
O zaman yeni hedeflere biraz ara verelim, işin bir de spor cenahına girelim istiyorum. Kırmıyor, büyük planını masaya yatırmadan önce, Pekser’le birlikte biraz Belgrad Ormanı’nda koşuyoruz; biraz Ege’de yüzüyoruz, dalıyoruz; bir çift teker üstünde yeni dünyalar keşfediyoruz. Hele Kartalkaya’a snowboard yapmak yok mu, inanılmaz. Ama en çok ta Kitesurf’la eğleniyoruz…
Sakın “Kitesurf da nedir?” demeyin? Hani şu güçlü bir uçurtma ve küçük board ile beraber sörfçüye su üzerinde özgürce hareket etme olanağı sağlayan bir spor dalı var ya, hani biraz pahalı ya, işte o.
Ayvalık’ta Kitesurf okulu açtığını, eğer bir çekimi yoksa soluğu Ege’nin bu nadide, özlenesi köşesinde aldığını söylüyor Kemal Pekser. Ayvalık’ıöyle bir tarif ediyor ki dinlemeye doyamıyorum. Türkiye’de Kitesurf yapan bin kişiden biri olduğunu ifade ederken duyduğu gururu anlıyorum.
“Kitesurf bir kültür. Tıpkı, motosiklet kültürü veya bisiklet kültürü gibi. İşini gücünü bırakıp bu işlere giren iş adamları, içlerinden okul açanlar var. Türkiye’de bunun okulu bizim Ayvalık’taki okul. Bir tane Çeşme’de var. Bir de bu sporun kutsal toprakları sayılan Gökova Akyaka’da. Çok acayip bir sektör. Ayvalık’ta Kitessurf turizm oluştu ve biz bunu gördük. Şimdi yabancı yağıyor. Çünkü internetten buluyorlar bizi. Hatta Kitesurf Dünya Şampiyonu gelip klip bile çekti. Bu iş sahiden çok enteresan ve çok ayrı bir keyif…”
Keyif kadar önemli, belki ondan da kıymetli bir vurguyu cümlenin sonuna saklıyor Pekser. “Biraz ağırlık verilirse Türkiye’nin tanıtımında acayip bir rol oynar.”
İşte diyorum, olay bu! Bu koca mesajı Pekser’in elinden kapıp bu kez ben Ankara’ya, büyüklere yolluyorum.
Yapımcılığa soyunuyor
Ve hemen ‘büyük planı’nı soruyorum. Daha en başta anlatmak istediği ama benim ısrarımla röportajın sonuna sakladığı hayalini.
Anlatıyor. Elleriyle, mimikleriyle anlatıyor. Sesiyle uçarak anlatıyor. Yılların verdiği tecrübeyle coşuyor. Acunvari yükselişin işaretlerini veriyor. Ayvalık’ta Meltem esiyor belki ama bizim ofiste fırtına patlıyor. Yağıyor, gürlüyor. Sözleri şimşek gibi çakıyor. İlk 5 kelime müthiş heyacan veriyor bana: “Bundan sonra kendime dizi çekeceğim… Bir de müthiş bir sinema projem var ama onu şimdi söyleyemem…”
-Yani Kemal Pekser yapımcılığa mı soyunuyor?
“Evet, idealim bu. Benim yapımcılığa kafam çalışıyor. Nasıl söyleyeyim Acun Ilıcalı gibi girişimci, yaratıcıyım. Acun Türkiye’nin televizyon devrimcisi, zeki bir adam gerçekten. Ben de onun buralara nasıl geldiğini iyi bildiğim için aynı lezzeti verebilirim diye düşünüyorum. Kendimi bu alanda yetenekli görüyorum, iddialıyım.”
-Ya para? Yapımcılık ne zamandan beri bedava?
“Tamam, yapımcılık işi para işi ama yetenek de çok önemli değil mi? Ben şu konuda eminim, parayla zekayı birleştirirsen güzel bir ürün çıkar ortaya. Ben zekama da güveniyorum. Hatta beni destekleyecek biriyle çok güzel işler yapabilirim. Yapımcılık takım işi; düzgün insanlarla hatta kendinizi emanet edebileceğiniz insanlarla çalışmanın özlemi içerisindeyim. “
Gizli projesini açıklıyor
Peki, deminden beri dilinin ucuna gelen ama bir türlü ortaya dökülmeyen proje ne? Neden bu kadar gizli?
“Gizli değil ama çok önemli. Üzerinde çalıştığım bu proje bir sinema filmi. Biliyorum, bunlar para işi. Ama eğer birileri arkamızda durursa, bize de bir şans tanınırsa kendimi gösterme fırsatı olacak bu proje…”
Laf lafı açıyor lakin muhabbetin de sonu yaklaşıyor. Ancak sinema filmi beynimi kemiriyor. Kemal Pekser’e güzel bir final öneriyorum. Kırmadan, filmle ilgili ucundan azıcık bir ipucu rica ediyorum.
Söylesem mi, söylemesem mi tadında belli karar veremiyor. Ama dedim ya karşımda bir centilmen var. Beni kırmıyor. Bir dostun adını vererek merakımı yanıtsız bırakmıyor. İşte son bomba: Nıver Lazoğlu’nun kalpleri titretecek romanı Kalbim Turkuaz…
Bir yanda yapımcı ‘jön’ Türk Kemal Pekser, diğer yanda Türk edebiyatının yeni soluğu Lazoğlu Nıver…
Adım gibi eminim!
Bir kült yapıma selam durmaya hazır olun…