C. KAFESOĞLU -
FINANSGUNDEM.COM
Ufacıktı, altısındaydı; kardeşi ise bir yaşında.
Biri kolunu sıktı, iteledi, “Yürü” dedi.
Uzun bir yürüyüş başlıyordu...
Ufacıktı; çocukluğuna yürüdü o gün, genç kızlığına…
Ne annesi vardı yanında ne de baba. O sıcaklığa, o korumaya, o kokuya hasret büyüdü.
Yüz yıllık yalnızlığa yürüdü…
Kâh üşüyor, kâh koşuyor
Çok acayip oldum çünkü, ilk kez bir çift gözde, iki kışı bir arada gördüm.
Bizim oralarda bir kış ayazı bir de kış baharı olur.
Hani birinde üşürsün, titrersin, elin ayağın kesilir, zayıf düşersin; hani birinde de ruh tazelenir, beden canlanır, koşarsın ya…
Nıver Lazoğlu da kâh üşüyor kâh koşar gibi anlatıyordu. Hayır, yaşıyordu.
Duydukları, yazdıkları, tek tek, yeniden, an itibarıyla dirilmişti sanki.
Roman canlanmıştı!
Baskı öncesi son çıktısı elimdeydi, üç beş beyaz sayfanın üzerinde geziniyordum.
Ayakları patlamış, yüzü yanmıştı
Onu dinlerken ben de üşüdüm. Ürperdim, utandım, dondum, bakakaldım!
Altı yaşında bir bebeğin çıktığı yolda buldum kendimi.
Peruz’un yanındaydım.
Ne düşünüyordu acaba küçük kız? “Kim merak eder ki?” demeyin, ben ettim.
Avuç içi kadar kalbindeki sızı, yüreğimde patladı o an…
Bilmiyorum ama hissediyorum; o yürürken hava soğuktu. Zaten güneş olsa da ısınmazdı ki…
Nıver’in gözlerine dolan gam şimdi bana akıyordu.
6 yaşındaydı, ayakları patlamıştı belki; elleri büzüşmüştü, yüzü yanık yanıktı Peruz’un. Oysa daha dün elmacık yanaklı değil miydi? Peki, niye şimdi bir deri bir kemik?
Niçin yürüyordu? Nereye gidiyordu Peruz?
Yoksa Nıver’in gülmek isteyen gözleri ağlıyor muydu? Hayır, sesi de kısık değildi ama…
Şimdi ben de oradaydım, yüz yıllık yalnızlığa yüreyen minik Peruz’un arkasındaydım. O kadar hızlı yürüyordu ki yakalayamıyordum…
“İnsanlık” dedi, içim titredi
Öfke, kin yeşermiş olmalıydı içinde. Tam ‘intikam duyguları’ beklerken, “İnsanlık” dedi Nıver Lazoğlu. İçim titredi birden. Gülümsüyordu. Kışın son örtüsü de kalkmıştı renkli gözlerinden. Bahar vardı artık karşımda.
Vakit, bir Dramın kahramanını tanıma, bir Umudun kadınını bilme vaktiydi.
“Kalbim Turkuaz” dile geliyordu… “Kalbim Turkuaz” atıyordu…
Bir el uzandı hayatına
Peruz’u, kızının sözcüklerinden tanımıştı Nıver. Babaannesinin Peruz öyküsüyle geçmişti gençliği. Babasının anlattığı Peruz’la mezun olmuştu üniversiteden. Peruzla uzanmıştı geceleri, Peruzla uyanmıştı. Peruz çok güzeldi..
Zaten o yeşil gözleri, saflığı etkilemişti koca ağayı. Kentin en zengin Müslüman ailesinin babası, yetimhanede görür görmez uzatmıştı elini.
Altı yaşında, hırçın Karadeniz’den acı döşenmiş yollara düşen Peruz, hıçkırıklarla, Anadolu’nun ortasındaki bu kente, kentin kenarındaki ‘öksüz, yetim’ örülü dört duvara varmak için kaç saat, kaç gün, kaç ay yürümüştü acaba?
Ya kucağında taşıdığı bir yaşındaki kardeşi niye yoktu, neredeydi, ne olmuştu ona? Yoksa?!!
Minik de olsa beden, yorgunluğu anlayabiliyordu ama o minik ruh, o minik kalp, bir kopuşun dayanılmaz ızdırabını, bir ömür sürecek iç fırtınalarını nasıl hissedebilirdi? Ki, zaten hissedemedi!
Bir yaşındaki Kuzu, bir nehir kenarında Allah’a emanet edildi. Peruz’un kolları tükenmişti.
Ama yol güçlüydü! Bitmiyordu! Annesizliğe, babasızlığa bir de kardeşsizlik ekleniyordu. Kader Peruz’a yeni bir ağ örüyordu.
Canlarını tek tek geride bırakıyordu ama bitleri en yakın arkadaşı olmuştu. Sürekli saçlarını kaşıyordu.
Dev bir adam, gözlerini, yeşil gözlü, bitli Peruz’a dikti.
Dramla vicdan birbirine bakıyordu.
Belki de kırık kalp merhemiydi bu. Ayağına gelmişti.
Birlikte çıktılar o yetimhaneden. Peruz, zengin, Müslüman, yeni bir aileye, yeni bir hayata yeniden yol alıyordu. Ama yüz yıllık yalnızlığıyla…
Bir yerde tokat atan hayat, bir yandan diğer yanağını uzatıyordu, ‘okşa’ diye…
Ezan sesleri arasında, Fatihalar ocağında, anne, baba, kardeş ızdırabıyla serpiliyordu Peruz. Ama bir Hıristiyan olarak…
Gizlice mi? Evinden, yurdundan koparılan Peruz’u şimdi de dininden, ulusundan ayrılık mı bekliyordu?
Ermeni kızı bakışı, tavrı var mıydı? Babalığı izin veriyor muydu bunlara? Ona öz evladı kadar yakın mıydı?
Kafam bulanıktı. Sorular, sorular… O sayfalar hangileriydi acaba?
Biliyorum, zaman daralıyordu. Nıver Lazoğlu’na bakıyordum ama yanıt ne kelime, o, kapı duvar. Tek kelime çıkmıyordu ağzından. Sadece bir tebüssümle karşılık veriyordu. Beni heyecan, merak girdabında terkediyordu.
Kan, ter içinde kalmıştım…
Bu bir rüya mıydı? Hayır!
Beş hece, her gece…
Peruz 12’sinden gün aldı, içinde kuzu’su Kirkor vardı. Peruz 16’sına Kirkoruyla girdi. Peruz 18’ine bastı, Kirkor, gönlündeydi. Başköşedeydi. Kardeşini hiç ama hiç unutamadı. Nefes aldığı her gün hatırası canlıydı.
Unutamamak. Bu beş hece, her gece…
Izdırap, kabus, kaygı, özlem, acıydı…
Telli, duvaklı gelin
Altı yaşındaki bitli, yeşil gözlü Peruz düştü aklına o gece ağa babanın. Şimdi ise karşısında bir ‘gelin’ gibi duruyordu. Boylu, poslu, güzel mi güzel, mahalleliyi büyüleyen bir genç kız. Evlilik kapı önünde bekliyordu.
Yakında bir yerlerde biri vardı, uzaktan seviyordu Peruz’u. Ancak kimse duymadı, bilmedi, bilemezdi. Peruz da anlamadı. Vicdan azabı aşka yer mi bırakmıştı? O duygulara yabancıydı zaten? Beğeneni çoktu belki ama…
Evet, köklerine kök salmalıydı Peruz. Ağanın sınavı para, pul, şöhret değil, dürüstlük ve vicdandı. Bir genç söylendi; arandı, bulundu. Sınav tamamdı.
Konağın geleneği hiç bozulmadı. Üç gün üç gece yenildi, içildi, eğlenildi. Davullar Peruz vurdu, Anadolu inledi. Zurnalar çaldı, Anadolu dinledi.
Altı yaşında bitli geldiği konaktan, telli duvaklı gelin gidiyordu Peruz.
Yüreğinde, yüzlerini hiç hatırlayamadığı annesinin, babasının yerine koyduğu iki insanın sevgisi, merhameti; yüreğinde Kuzu’su Karnik’in kederi…
Yüz yıllık yalnızlıkta yeni bir yolculuk başlıyordu.
Kapı komşusu, sırdaşı babaanne
Ev tutuldu, dayandı, döşendi, eşine iş bulundu.
Artık kendine ait gerçek bir yuvası olmuştu. Bir de canından çok seveceği bir sırdaşı.
Yaşamının her kesitini anlatacağı, yaşamanın manasını paylaşacağı bir Ermeni kapı komşusu…
Nıver Lazoğlu’nun babaannesi…
Nıver’ine, tükenmez enerjisiyle bir Turkuaz’ın yaralı kalbini, hikayesini anlatan, Peruz’ın sırdaşı babaanne…
Sofra kur, sofra kaldır
“Doğu’da büyümek zordur. Hele de kadın olarak… Bir de eğer azınlıksan…” derken Nıver Lazoğlu, elhak doğru söylüyordu. Her gün okuyoruz, şiddet, tekme, tokat. Kadın her evin ırgatı… Birinci vazifesi sofra kur, sofra kaldır. Ardından gelir bulaşık, çamaşır. İnekler, koyunlar, tavuklar zaten ezelden ebede can yoldaşı. Üstelik o devirde…
Ama Peruz öyle mi?
Niver’in Peruz’u bütün bunlara, bütün yaşanmışlıklarına rağmen dimdik ayaktaydı. Yıkılmak yok. Kavgası büyük. Asi ruhlu, güçlü; becerikli, maharetli, iş bitirici. Derin üzüntüsünü içinde yaşatacak, dışarıya vurmayacak kadar onurlu. Esprili, sevecen, canlı. Ama yalnızlığını gülücükleriyle kapatacak kadar gururlu…
Marquez’in tadı, Orhan Kemal’in hızı
Roberto Benigni’ye Oscar kazandıran; İtalyan Yahudisi bir babanın, çocuğuna savaşı, vahşeti yaşatmamak için bir masal tadında anlattığı o ‘hayat’ ancak oyunla ‘güzel’ olabilir. O bir filmdi. “Kalbim Turkuaz” ise masal değil… Müthiş bir gerçek…
Latin edebiyatının kuşkusuz küresel zirvelerinden biri olan Gabriel Garcia Marquez, Yüzyıllık Yalnızlık romanı için, “Çocukluğumda beni etkilemiş olan herşeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum…” der. Harika bir sanatsal kurgu ile okurlarına sunar. İddia eder: “Kitabımda gerçekliğe dayanmayan tek cümle bulamazsınız”. 15 yıl düşünür, iki yılda yazar…
Nıver Lazoğlu da 15 yıl düşünür ama bir ayda yazar. Orhan Kemal de öyle değil miydi? Yılların birikimi, insana dair olayların örgüsü “Hanımın Çiftliği”, daktilonun geceyi yırtan çığlıkları içinde bir ayda doğmuşta ya. Nıver’in ki de sanki ustaya nazire yapar gibi… Tek fark, onun çığlıkları yüreğinde, kelimelerinde gizli. Bilgisayarla yazmak o kadar sessiz ki…
Üstelik Marquez gibi korkusu da yok gerçeklikten yana…
Nıver de zaten diyor ki: “Ben bu romanı bir ayda yazdım çünkü, bu benim yüreğimdeydi. Sadece yüreğimdekileri boşalttım. Babaannemden çok dinlediğim bir öykü olduğu içindir belki de bu kadar kısa zamanda ortaya çıktı. Kime söylesem çok şaşırdılar. Kurgusuna kesinlikle karışan olmadı. Olamazdı. Aklıma geldikçe yazdım, araya hiçbir şey sokmadım ve inanılmaz aktı...”
Meçhul romanın yazarı Nıver Lazoğlu
Evet, Marquez’i tanımak için okyanuslar aştım, Orhan Kemal’i anlamak için ülkeme, çevreme baktım. Hiç karşılaşmadık ama ikisini de okurken sevdim, tattım, lezzet aldım.
Ama Nıver Lazoğlu konusunda şanslıyım…
Zira az sonra karşılaşacaktık. Buluşmamız randevuluydu. Telefon açmıştı. “Geliyorum” demişti. Bekliyordum, meraklıydım. İçimde, arzu edilen bir kalem olmanın mutluluğunu saklıyordum. Ofisin zili çaldı ve…
Sade, spor bir kıyafet, kumral, renkli gözler ve gülen bir yüz süzüldü içeri.
Sıcaktı, içtendi. Hareketliydi, enerjisi hayret vericiydi.
Ama asıl hazine yüreğindeydi. Ne anlatacaktı Nıver Lazoğlu?
Tek bildiğim bir roman yazdığı. Bitip bitmediğini bile bilmediğim, konusu meçhul bir roman. Onu konuşacaktık, üzerine bir röportaj yapacaktık.
Şimdi heyecan karşımdaydı…
Samimi bir hava birden odayı kapladı. Sohbet boyunca hiç yerinde durmadı. Her gazeteci, yazar, radyocu, PR’cı, akademisyen gibi, elleriyle kucakladığı çay, kahve, sigara odayı buram buram kapladı. ‘Ohh’ demiyorum ama ‘Vay be…’ dedim, özlemişim. Konuşkan, kahkaları da var. Ama hüzün de…
Benim romanımda nefret yok
Nıver Lazoğlu, eski bir ahbap gibi söze başladı…
“Ben bir roman yazdım. Bu benim ilk romanım. İsmi, ‘Kalbim Turkuaz’. Bu herkesin ortalıklarda bangır bangır konuştukları bir Ermeni hikayesi. Ama gerçekten yaşanmış ve yaşam boyutu olarak da çok farkındalığı olan bir öykü. Ben istedim ki birileri, bizleri bizden öğrensin. Benim romanımda ne yok? Nefret yok, suçlama yok. Benim romanımda ne var? İnsana dair, hayata dair ve yaşanmışlık var. Bu boyutuyla sanırım ilk kez böyle bir kitap yazılıyor…”
Bu öykünün içinde ailem de var
Peki, çarpıcı öykünün kahramanını bu kadar iyi nasıl tanıyor? Bu duygu yoğunluğunu veren bilgiler kimden akıyor?
“Evet, çok merak edilecek bir nokta. Bu öykünün asıl bana aktarım kısmı şu: Babaannem. Ben Peruz’un hikayesini babaannemden dinledim. Bir de kızından” diyor Niver Lazoğlu.
Hemen ekliyor: “Ben o günlerde daha dünyada bile değildim. Babaanmem ise birebir şahidi. Evleri dipdibe. Sevinçte de kederde de birlikteler. Bu öykünün içinde Peruz’un yanında babaannem de, babam da, amcam da var. Romanım aynı zamanda babaannemin de yer aldığı, birbirine paralel giden iki kadının öyküsü. Bir de şu çok önemli, bu öykü ‘vicdan sorgusu’ yüklü…”
Kalbim niçin Turkuaz?
Kahramanın adı Peruz, romanın ise “Kalbim Turkuaz”. Turkuaz bir taş. Gülerek, “Peruz taş kalpli miydi?” diyorum. Nıver pası alıyor, kaçırmıyor:
“Çevremde duyan herkes romanın ismini çok beğendi. Çok ilginç buldular. Peruz adını ben koysaydım bu kadar oturtamazdım. Peruz Ermenice ama Arapçaya da Osmanlıcaya da girmiş bir kelime. Anlamı Firuze taşı yani Turkuaz. Konsepte bu kadar oturması inanılmaz.”
Peki, nasıl biriydi Peruz?
Nıver’den, “Benim gibi biri” cevabı geliyor. Cümle kısa ama anlamı net. Peruz’un güzelliği su götürmez! Merak defterimi oracıkta kapatıyorum.
Bu türküler ağlatacak
Eminim ki bu roman, Anadolu’nun zengin kültürünün önemli taşlarından Ermeni türkülerini de yeniden gündeme taşımaya aday. Çünkü içinde sözleri var.
Ama yüz yıllık yolculuğun acı türküsü çok okuru ağlatacak.
Sahi ya, acının romanı, 2015 tartışmalarının neresinde duruyor? Yazar, nasıl bir duygu taşıyor?
Aslında Nıver Lazoğlu, romanını ellerde bu ‘kıskaç’la tutturmak istemiyor. Karalamaların, kaşımaların farkında.
Yorum yapmadan önce altını ısrarla çiziyor: “Bu konuşma sadece beni bağlar, cemaatimi değil”.
Seçtiği kelimeler ise kuzeye, güneye, doğuya, batıya mesaj gibi: “Bizde acı konuşulmaz. Dünde olmuşun bugün hala farklı boyutlarla gündeme taşınması benim için en büyük, en ağır yük. Bakın, acının rengi yoktur. Onun için de olaylara hiçbir şekilde öyle bakmadım. Bu konunun her sene sürekli olarak konuşulması, hiç yol alınmaması ve empati kurulmaması çok üzücü…”
Peruz’dan geride kalanlar
Yazarı sıkıştırmaya devam. Hazineler dökülüyor. Romanın ilk kez Doğu’daki Ermenilerin nasıl bir yaşam kültürü içinde olduğunu da gözler önüne serdiğini söylüyor Lazoğlu. Doğu’daki Ermenilerle İstanbul’da yaşayan Ermeniler arasında çok fark olduğunu, Doğu’nun kendine özgü şive farkının Ermenileri de etkilediğini öğreniyorum. Şaşırıyorum.
Çoğunluk Kanada’ya, ABD’ye, Fransa’ya göç etse de vatanını terketmeyen Ermeni cemaatinin olduğunu ifade ediyor Niver. Kanıt olarak da babasını gösteriyor.
Peki, Peruz’dan ne kaldı geride oralarda? “Sadece kokusu” diyor. Kızı da hayata veda etmiş. Torunu ise Paris’e yerleşmiş.
Gazeteci, yazar, hoca, PR’cı, radyocu Niver
Sohbet keyifli, Peruz’a işkence çektiren zaman, bizim odada neşeli.
Nıver’de kıpırdanmalar başlıyor. Kalkacak çünkü çok meşgul.
İşi başından aşkın denir ya öyle biri konuğumuz yazar: “Halkla ilişkiler şirketi sahibiyim. Pariyazarlar diye Türkiye’nin ilk yazar portalım var. Yine ilk kez 84 ülkede dinlenen Pari Radyo diye bir internet radyom var. Üniversitelerde medya iletişimle ilgili dersler veriyorum. Şimdi bu kitabımın ikincisine başladım, devamı olarak. Çünkü kitapta yaşayan karakterler bulunuyor…”
İlki yakında, ikincisi de yolda… Ya sinema?
“Daha ilkini okumadan ikincisi de mi geliyor?” demeye kalmadan telefonu çalıyor. Arayan yayıncısı.
Nıver’in yüz hatları fotoğraf gibi, anlaşılıyor, haberler iyi.
Konuşma bitiyor. Bana dönüyor: “Kitabın hemen devamı isteniyor. Yani ‘Kalbim Turkuaz’ın ikincisi de yolda. Bu arada üçüncü kitabımın hazırlığı içindeyim, konusu sevgi üzerine. Daha ikinci kitabım doğmadan onu sattım bile…”
“Sattım bile” sözü beni tetikliyor. Çok ses getireceğine yürekten inandığım “Kalbim Turkuaz”ı kim yayınlayacak, ne zaman yayınlanacak? Üç kıtaya yayılmış bir cemaate ait acı öykünün sadece İstanbul’da, sadece Türkiye’de okunacağını düşünmek saflık olur. Ya film? Sinemada da olacak mı bu acı? İşte Nıver Lazoğlu garantili detaylar:
“Kitap için birçok yayınevi ile görüştüm. Mutluyum çünkü çok beğenildi, hepsi de basmak istedi. Ama önüme getirilen bağlayıcı şartlar bana uymadı. Özellikle film hakları konusundaki baskı. Ben de genç bir yayınevi olan Kozmos’la anlaştım. 14 Mayıs’ta kitapçılarda raflarda yerine alacak. İmza günüyle alakalı çok teklif var, vakit bulup baktığımız an bir organizasyon yapacağız. Sadece ilki belli, 16 Mayıs’ta İletişim Mezunları Derneği’nde olacak. Yurt dışında da ABD’de iki üç kentte imza günleri düzenlemeyi düşünüyoruz. Avrupa Birliği’ndeki imza günü için önce Paris’e, Peruz’un torununun yanına gitmeyi planlıyoruz. Bir iki ülkede daha okurlarla buluşmak istiyoruz. Bu arada Kalbim Turkuaz’ın kapağına Emre Gönen bir görüş yazdı, “William Saroyan’la aynı tadı verdi” dedi. Bu beni çok onore etti.
Ayrıca kitap için bir teazer hazırladık. Müziklerini Ara Dikyan yaptı. Çok etkileyici…
Öykünün sinema tarafına gelirsek, elbette filminin de çekilmesini istiyorum. Senaryom hazır. Yönetmen konusunda çalışmalarımız sürüyor. Kastı şimdilik düşünmedik. Hatta filmimizin galasını da Paris’te yapmayı planlıyoruz…”
Gördüklerim koca bir parçanın kırıntısı
Evet, gerçek zamanlı öykünün yaşam tarihlerini, kentini, mekanlarını, kahramanlarını bilerek sakladım ama Peruz’a ne olduğunu, Müslüman evindeki yaşantısını, içindeki sıkıntının dışa vurumunu, hayatı boyunca nelerle karşılaştığını, evliliğini, sonrasını, sevinçlerini, öfkelerini, kayıp kardeşin akibetini yazamadım çünkü ben de bilmiyorum.
Kocası kimdi, neden o delikanlı Peruz’a eş seçilmişti, göremedim.
Ya o gizli aşık? Bulamadım. Oysa onlara o kadar yakındım ki, hepsi de o sayfalardaydı ama… Nıver Lazoğlu, çıktıları benden geri alırken, sorularıma teğet bile geçmedi!!
Yüzünden hiç eksilmeyen gülümsemeyle, sadece tek bir yanıtla yetindi: “Aradıklarının hepsi bu romanın içinde. Kitabımın yolculuğu da, aktörleri de müthiş duygusal. Ama finali inanılmaz…”
Unutmadan, “Kalbim Turkuaz”ın roman dilindeki esprili özelliğini kitabın yapraklarında bırakıyorum çünkü, ne demek istediğimi okurken daha iyi anlayacaksınız. Diyologlarla girdiğiniz zaman tünelinde eminim tebessüm rekoru kıracaksıız. Ben çok güldüm de…
Onları mutlu ettiğime inanıyorum
Veda zamanı…
Ben onda ne iz bıraktım geride bilmiyorum ama Niver benden çok şey aldı!
Dostluğumu kaptı…
Tokalaşıyoruz. Giderken, “Kalbim Turkuaz’la her şeyden önce babaannemi, Peruz’u, hayatta olmasalar da mutlu ettiğime inanıyorum” diye konuşuyor.
Belli ki Türk edebiyatının yeni soluğu Niver Lazoğlu, babannesinin anlatırken, her sözcüğünü gözyaşıyla yıkadığı bir çocuğun anılarını unutamamış, hep yüreğine yazmış.
14 Mayıs’ta buluşmak üzere
Elbette kimse böyle bir dramın oyuncusu olmak istemez.
Kimse böyle acı dolu uzun bir yalnızlığın yolcusu olmayı içine sindiremez.
Ama hayat bazen öyle bir rol biçiyor ki önünde duramıyorsunuz…
Bir daha “Kalbim Turkuaz”lar yaşanmasın dileğiyle..
14 Mayıs’ta ben kitapçıda olacağım, buluşmak üzere…
Not: Marquez’in romanı “Yüzyıllık Yalnızlık” sadece isim olarak alıntılanarak tarafımdan kullanılmıştır. Nıver Lazoğlu’nun müthiş romanının Latin edebiyatının ünlü eseriyle bir bağlantısı yoktur.