Artık eminim, ben Tanrının sevgili kuluyum... Niye mi?
Zafer Algöz gibi usta bir sanatçıyla röportaja gittiğimde yanında duayen sanatçı Haldun Dormen’i bulmuştum. Sinemanın ve tiyatronun çınarı Kayhan Yıldızoğlu ile buluştuğumuzda ise bir başka dev, Şener Şen’le karşılaştım.
O masada, o dakikalarda iki büyük dostluğa şahit oldum. Konuştuklarımızı satırlara dökerken bunun bir gazeteci için ne büyük şans olduğunu bir kez daha anladım. Herkesin bilmediği, dinlemediği sırlara ortak olmuştum...
Üsküdar; cumhuriyet kokulu okulun yanı başındaki kafe, gelen geçenin hayranlıkla selam verdiği bir şöhreti ağırlıyor. Tam randevu saatinde masaya oturuyorum. Aynı filmlerindeki gibi, centilmen. Hitabıyla, hareketleriyle kibar, nazik. Bir o kadar da titiz. Yaptığı işe önem veriyor. Gazeteci-sanatçı sohbetine arada kafedekilerin yoğun sesi karışınca “Lütfen biraz sessiz olur musunuz” diye uyarıyor.
Yıllarını tiyatroya, sinemaya adamış Kayhan Yıldızoğlu ama zaman onu hiç yıpratamamış. Hayata Maliye yollarında başlamış. “Döviz komiseri” iken Muhsin Ertuğrul’la karşılaşmış. Kader bu, görenin önünde titrediği Muhsin Bey, onu görünce heyecandan titremiş, ‘sanat’ kıvılcımını, yeteneğini keşfetmiş. Davet büyük yerden olunca kıramamış Yıldızoğlu. Sınavı da kazanınca açılmış hayatın yeni yolu...
Karagöz-Hacivat sihirbazı annenin, Türk Müziği ustası dört teyzenin genlerini taşıyınca haliyle sözde değil özde sanatçı bir ruha sahip olan Kayhan Yıldızoğlu, 200’e yakın filme imzasını atmış. Sinemayı “demir zırh içinde dans eden insana” benzeten, eski dönem filmleri için “mucize” diyen dev çınar, sevinçlerini, kızgınlıklarını, sitemlerini anlatmıyor, adeta canlandırıyor.
Karşımdaki çok karizmatik bir yaşam. Dinlerken nefes bile almıyorum. Onca teknik imkânsızlık, sansür ve yasaklar üçgeninde yapılmış eski filmlere şapka çıkarıyorum. Dizi oyuncularına ‘yıldız’ gözüyle bakılmasına itirazı ise dikkatimi çekiyor. Yeni bir tartışmanın sinyalini alıyorum.
Peki, sahne ve perdeyle örülmüş bir yaşama, bir çınara ne yakışır? Sevgiyle süslü “Altın Çınar Ödülü” elbette. “Altın Çınar Ödülü’nü aldım, çok mutlu oldum. Kent güzeldi, insanlar güzeldi. Halkın sevgisi müthişti” diyen Kayhan Yıldızoğlu’na sanat dünyasındaki sıkı bağları soruyorum. Gözlerinin içi gülüyor. 3 yıl aynı bekâr evini paylaştığı Şener Şen’le ilgili hikâye çok komik, çok keyifli. Kadim bir arkadaşlığa tanık oluyorum.
- Selam Kayhan...
Ama ben bu sesi tanıyorum.
- Merhaba hanımefendi...
Yerime mıhlanıyorum.
Tam da sohbet konumuz olan Şener Şen yanı başımızda. Bir sandalye çekip, oturuyor. Artık iki devin arasındayım. Yıldızoğlu anlatmaya devam ediyor:
“Şener’le dostluğumuzu görüyorsunuz işte. Biz sürekli birbirimizi ararız, ayrı kalamayız. Şimdilerde çok olan kıskançlıklar, çekememezlikler, dedikodular bizde olmaz. Biz dostlarımızın başarısıyla iftihar ederiz.”
Şener Şen tebessümle onaylıyor onu. Filmlerindeki gibi ağırbaşlı. Söze çok karışmıyor, ufak tefek katkılardan da kaçmıyor. Kendisine, “Türkiye’nin en büyük aktörü diyen” bir sanat çınarının, Kayhan Yıldızoğlu’nun röportajı bu, saygı duyuyor.
“Bütün operalar, konçertolar, senfoniler ezberimde. Dünya edebiyatını, felsefeyi. astronomi ve uzay bilimini çok severim, iyi bilirim. Atom fiziğiyle çok ilgiliyim” diyor Yıldızoğlu. Ardından bombayı patlatıyor: “Zaten astronomiyi, uzayı bilmeyen Allah’ı bilemez ve anlayamaz.”
Konunun şiddeti artçı cümlelerle sürüyor: “Herkes kendini dindar zannediyor ancak dünyadan haberleri yok. Yanlış yaşıyorlar. Onun için sürekli birbirlerini yiyip, dolandırıyorlar.”
Bir çınar böyle dile geliyor. Tiyatronun, sinemanın güçlü ismi yatağına sığmayan bir nehir gibi gümbür gümbür akıyor. Kayhan Yıldızoğlu, 66’ncı sanat yılını Akıllı Yaşam’la kutluyor...
İMKANSIZLIKLAR, YASAKLAR İÇİNDE FİLM YAPTIK
-Yeni dönem filmleri, yönetmenlerini nasıl buluyorsunuz?
-Türk sinemasında tabii ki bir şahlanma var. Güzel şeyler oluyor. Çağan Irmak, Yavuz Turgul gibi iyi yönetmenler var ve güzel filmler ortaya çıkıyor. Sevgili dostum Şener Şen’in filmleri zaten Türk sinemasında bir köşe başı, dönemeç oldu. Ben bir filmi mesela iki kere seyredemem, sıkılırım. Şener’in filmlerini ise 15 kere seyrederim ve hepsinde aynı keyfi alırım. Gogol’un hikâyeleri gibi, onları da tekrar tekrar okurum. Hatta hikâyenin içindeki Rus köylerini hayal eder, sanki orada yaşıyormuş gibi hissederim. Şener Şen’in filmleri de aynı bu hikâyeler gibi.
Şener’le ben zamanında bu işin sıkıntısını çekenlerdeniz. Teknik imkânsızlıklar, akıl almaz bir sansür; onu yapamazsın, bunu yapamazsın, doktor yalan söylemez, polis düşmez, asker olmaz, bu olmaz dendiği için o zamanlar yapılan filmler gerçekten bir mucize. Bu kadar yasak, bu kadar olumsuzluk içinde konu bulmak, bir şeyler çıkarmak bir mucize. Demek ki o zamanki filmlerde çok duygu ve önemli oyuncular varmış ki işi götürmüşler. Ben de Şener de dâhil hayret edilecek büyük bir güçmüş bu. Ayrıca o dönemlerde ekonomik güçlükler vardı, film yoktu. Karaborsadan alınırdı. Şimdiki gibi “Hadi bu filmi tekrar çekelim, olmadı” gibi bir şey yoktu. Bunu demir zırh içinde dans eden bir insana benzetiyorum. Bir şövalye zırhı içinde nasıl dans edebilirsiniz? Hepsi rekorlar kitabına geçecek şeyler.
Çalışmadığım yönetmen, sanatçı kalmadı. 65 yıldır bu işin içindeyim, bu yıl 66 oluyor. Çok çok güzel dostlar edindim. Bu meslekte eskiden çok büyük dostluklar ve büyük arkadaşlıklar vardı. Görüyorsunuz işte, Şener’le sürekli birbirimizi arar, görüşürüz. Biz ayrı kalamayız. Yeni nesilde bu dostluklar pek yok. Kıskançlıklar, çekememezlikler, arkadan konuşmalar, dedikodular var. Bunlar güzel şeyler değil. Kıskançlık zaten kendine güvensizlik ve aşağılık duygusudur. Ben dostlarımın başarısıyla iftihar ediyorum.
-Herkes oyuncu olabilir mi?
-Hayır olamaz. Bir sürü kurs var. Kesinlikle doğuştan, içinde bu yetenek olacak. Mesela Şener Şen Türkiye’nin en büyük aktörü ve bu bir yetenek meselesi. Gözlemci olacaksın, zeki olacaksın. Ben hiç eğitim olmasın demiyorum. Ama yetenek de önemli. Mesela ben Sadri Alışık Akademi’de ders veriyorum ve ilk haftadan kimden oyuncu olur kimden olmaz söylüyorum.
SANATÇI OLMASAYDIM ORKESTRA ŞEFİ OLURDUM
-Dizilerle ilgili ne düşünüyorsunuz?
-Dizi sanat değildir. Dünyanın her yerinde de “dizi oyuncusu” derler. Nicole Kidman, Al Pacino, Robert de Niro’ya bakın; hepsi dizide oynadılar da mı meşhur oldular? Dizi gazete gibidir. Gazeteye bakarsın, üzerinde bugünün tarihi yoksa fırlatır atar, okumazsın. Bugün çok meşhur olan bir dizi oyuncusunu iki yıl sonra hatırlamayabilirsiniz. Ben yine de dizileri kötülemiyorum çünkü ekonomik bir yönü var. Oynayan parasını alıyor ve hayatını idame ettiriyor. Benim görüşüm böyle. Ama dünyanın hiçbir yerinde de dizi oyuncusuna büyük oyuncu dendiğini görmedim, duymadım.
-Sizin de rol aldığınız Kurtlar Vadisi için ne söylemek istersiniz?
-Bizim milletimiz tabancayı, dövüşmeyi çok seviyor. Artık böyle sahneler haberlerde bile gösteriliyor. Hâlbuki dünyanın hiçbir yerinde bu şekilde gösterilmez. Avrupa’da cinayetler bile kalemle çizilerek gösterilir. Kanlı resimler fotoğraflar gösterilmez. Avrupa’da yaşadığım için biliyorum. Bizde ise herkes bayılıyor. Ancak Kurtlar Vadisi dizisinin akılcı bir tarafı da var; güncel meseleleri anlatıyor. Boş bir dizi değil. Ayrıca çok para harcıyor, pahalı ve şık çekimler yapıyorlar. Sanatçıya da inanılmaz itibar ediyorlar. Oynadığım zaman yanıma bir adam verdiler. Hava çok soğuktu, elinde elektrikli sobayla çekim boyunca arkamda dolaştı. “Ya zahmet oluyor, gerek yok” dedim ama sürekli arkamda dolaştı durdu.
-Sanatçı olmasaydınız hangi mesleği yapardınız?
-Orkestra şefi olurdum. Bütün operaları, konçertoları, senfonileri ezbere bilirim. Bir dönem Şener’le beraber aynı evde oturduk. İkimiz de genciz. Dışarıda bir şeye sinirlenmişim, eve geldim ve Şener’e ne olduğunu anlatmaya başladım. O ise baktım yerlere yatıyor, ayağını kaldırıyor ve taklalar atıyor. Ciddileştim ve “Sen ne yapıyorsun?” dedim. Meğer Şener benim konuşmalarımın balesini yapıyormuş. Hayatta yaşadığım en mutlu üç buçuk yıldı. Oysa Şener’le bir bodrum katta kalıyorduk, kapıcı dairesi bile bizim üstümüzdeydi. Ama hala Şener, “Kayhan ne mutlu günlerdi onlar” der. Hiçbir şeyimiz yoktu ama öyle bir mutluluk vardı. Ben her tarafta orkestra idare ediyorum, o da ayağında tokyolar, ceviz kırıyor, uzun havalar söyleyip bana nispet yapıyordu. Çok güzel günlerdi, çok büyük dostluklar vardı. Sinemada da öyle; Ayhan Işık, Ediz Hun, İzzet Günay, Türkan Şoray, Fatma Girik, bunlar çok önemli insanlar. Hepsi de çok büyük dostlardı ve çok güzel günler geçirdik.
-Sanatçı kimliğiniz dışında farklı hobileriniz var mı?
-Dünya edebiyatını, felsefeyi, astronomi ve uzay bilimini çok iyi bilirim. Atom fiziği beni çok ilgilendirir. Zaten astronomi fiziği ve uzayı bilmeyen Allah’ı bilemez, anlayamaz. Burada herkes kendini dindar sanıyor ama dünyadan haberleri yok. Yanlış yaşıyorlar. Onun için sürekli birbirlerini yiyip dolandırıyorlar. Bu akıl almaz büyüklükleri, enerjileri bilmeyen insan Allah’ı anlayamaz. Doğaya bakacaksın. Zenginlere üzülüyorum; bu kadar lüksü bırakıp nasıl gidecekler diye. Ben son derece mütevazı yaşıyorum. Dünyaya da toz almaya, tahta bakmaya, kadife temizlemeye gelmedim.
-Sanatçı kişiliğinizi ortaya çıkaran, etkileyen unsurlar neler oldu?
-Dört teyzem vardı, evlenemeden öldüler. Onlar müthiş keman, ud, kanun çalarlardı. O yüzden Türk müziğini çok iyi bilirim. Tabii bu şimdiki arabesk müziği değil. Türk müziği çok değerlidir. Annem de çok kabiliyetli bir insandı. Küçükken suçiçeği, kabakulak falan olduğumda bana yemek yedirebilmek için Karagöz ve Hacivat’ın kuklalarını alıp bana anlatırdı. O zamanlar televizyon falan yok ki! Annemin perde yapıp mum yaktığı Karagöz oyunu bütün mahalleye yayılınca herkes bize gelip iskemlesini koyup izlerdi. Ailemizde böyle yetenekler vardı ama ben bambaşka bir yerden geldim. Maliye Bakanlığı’nda döviz komiseriydim. Muhsin Ertuğrul Bey beni orada keşfetti. İmtihana çağırdı, gittim. İmtihan kuyruğu o kadar uzundu ki anlatamam. Tam 362 kişi gelmiş. Bense kaçmaya çalışıyordum. Niyeyse bana bir aşağılık kompleksi gelmiş, pustukça pusmuştum. Sırada beklerken tiyatrodan biri geçiyordu yanımdan, “Beni buradan çıkarır mısınız” dedim. “Peki” dedi ve kocaman bir kapıyı açıp “Buradan yürüyün” dedi. Meğer beni sahneye sokmuş. Aşağıdan bir ses, “Bu tarafa gelin” diyor. Baktım, orkestra podyumunda Muhsin Bey, Münir Mehmet Bey, hocam Haldun Taner ve Tunç Yalman. Şaşkın şaşkın “Kaçıyordum, biri beni buraya getirdi” dedim. Gülmeye başladılar ve “Peki, siz çıkın” dediler. Çıkıp gittim. Bir hafta sonra bir mektup; “Sınavı kazandınız, gelin” diyor. 28 kişi kazanmış. Tesadüfe bakın, biri de ben! Aslında her şey planlı, biz tesadüf sanıyoruz.