İstanbul'da sevdiğim semtler (1)
Gezi Pastanesi'nde tanıştığım Doktor Ayhan Hanım, öyle sanıyorum ki, geçmiş güzel günlerin okurlarından. Geçmiş güzel günlerin diyorum, çünkü o zamanlarda bir Kenan Hulûsi'den, bir Ziya Osman'dan karşılıklı konuşulabilirdi.
SELİM İLERİ / Zaman
Şimdiki günler, zamanlar çok farklı. Bırakın Kenan Hulûsi'yi, 'hikayeci' Ziya Osman Saba'yı -"Kimi şiirlerini okumuştum galiba. Hikaye de mi yazmış?.."-, Refik Halid'de, Peyami Safa'da, hatta Sait Faik'te takılıp kalanlar var. Bir yandan da okur, edebiyatsever geçiniyorlar. Ne okumuşlar? Moda kitapların bülbülü kesiliyorlar...
Doktor Ayhan Hanım, "Kenan Hulûsi'nin, Ziya Osman Saba'nın İstanbul'unu yazmayacak mısınız?" diye sorduğunda hem şaşırdım, hem telaşa kapıldım.
İstanbul kitaplarımda Ziya Osman yok mu? Varmış. Ama, "Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi"ndeki Beyoğlu, bir başka yazıda da "Neveser", hepsi o kadar. Derken, Misak-ı Millî Sokağı'nı andığımı hatırladık; gerisini getiremedik. Oysa Ziya Osman, yalnız öykülerinde değil, şiirinde de bu şehirden, bu şehrin bize hissettirdiklerinden söz açar.
İkimiz de aynı anda, duyuşu derin, o dizeleri söyledik:
Ne kadar istiyorum, akşamlayın, ezanda,
Eski bir evde olmak, orda, Eyüpsultanda...
Gelelim Kenan Hulûsi'nin İstanbul'una; Ayhan Hanım, onun hikayelerinde, üstelik hemen hemen bir tek onun hikayelerinde Beyaz Rusların İstanbul macerasından iz sürülebileceğini belirtti. Evet, gerçekten... Aklıma gelmemişti...
Sigara içebilmek için kapının önüne, dışarıya çıktığımızda, ayazı çatırtılı buz gibi bir hava. Doktor Ayhan, "İstanbul'da en sevdiğiniz semtleri yazmadınız" dedi. (Tabiî sigaranın zararlarını da konuştuk, gri mavi dumanlar savura savura.)
İstanbul'da eskilere, yeniden bir iç geziye çıktım. Yarım yüzyılı aşkın, epey aşkın, çocukluğumda Kadıköyü Çarşısı'na bayılırdım. Daha natürmort nedir bilmezken, yeşil salataların, kırmızı turpların, sebzelerin, meyvelerin eşsiz natürmortunu bu çarşıdan hatırlarım.
Anneannemlere, Bakla Tarlası Apartmanı'na gittiğimizde, tam karşıda Şifa beni adeta büyülerdi. Bugünkü Şifa'dan epey farklı; neyse ki, Safiye Erol imzalı Kadıköyü'nün Romanı'nda yerli yerinde duruyor.
Şifa, sonu denize varan çıkmaz sokaktı. Yol boyunca, sağlı sollu, bahçeli ve birbirinden güzel evler. O bahçelere, çiçeklere, fıstık çamlarına, çitlerden fışkırmış hanımellerine hasretim var. Özlem koyulaştıkça, Zeynep Kerman'ın Şimdi Seni Konuşuyorduk'taki anı yazısını tekrar tekrar okuyorum; eski Şifa, evleri ve insanlarıyla yeniden soluk alıyor...
Aksaray'ın arka sokaklarından birinde oturan annemin babaannesi Feride Hanım'a gidişlerimiz, herhalde o ziyaretler, bende 'öz İstanbul'dan ilk izlenimler. Aksaray, Horhor, Cerrahpaşa, git git öteki semtler, sıra sıra ahşap evleriyle, hep Sinekli Bakkal'ın başlangıç sayfaları. Gerçi Tanpınar da Sahnenin Dışındakiler'de dile getirir, ama mimarimizi koruyamayışlarımıza yerinerek. Halide Edib'in anlattıkları daha coşumlu, daha hülyalıdır.
İşte yarım yüzyılı aşkın geçmişin anıları ışıyıp durduğundan, bugün de, ne kadar değişmiş olursa olsun, -yazık ki- bostansız Langa, Samatya, Yedikule İstanbul'da gönlümün semtleri. Yedikule'de eski gazhaneye giden yol, yol başındaki beli bükük ahşap evler, yol sonundaki taş köprücük, hele tren yolu, hele banliyö trenlerinin geçişi...
Cihangir'e taşındıktan sonra, çocukluk dünyamın iki gözdesi oldu: Yıldız Parkı ve Beyoğlu.
Beyoğlu'ndan başlayayım. Beyoğlu benim için mağazaların vitrinleri, sinemalar, tiyatrolar demekti. Mefruşatçıların vitrinlerinde, mevsimler birer dekor olup çıkardı. Kış yaklaşınca, penceresinden kar yağışı görünen, perdeleri göz kamaştırıcı, ille şömineli oda. Yaz yaklaşırken, mavi gökyüzüne uçuştu uçuşacak beyaz tüller. Sonra ilkbaharda yapraklanmış, çiçeklenmiş dallarla haşır neşir başka pencere, başka tüller, başka perdeler. O zamanlar her mevsim için perdelerin farklı olduğunu düşünür, evimizdekilerin hep aynı kalışına üzülürdüm.
Yine Beyoğlu'nda, Ağa Camii'nin tam karşısındaki, köşebaşında Franguli'nin vitrini -'camekan' sözcüğü elbette daha çok yaraşıyor- kıymetli taşların, elmasların, pırlantaların, zümrüt ve yakutların masalını söyler dururdu. Siyah kadifeler ortasında ya yeşili kopkoyu bir zümrüt gerdanlık, ya irice tektaş yüzük, bazan bir çift yakut küpe...
Tanpınar, Paris'ten -galiba Adalet Cimcoz'a- yazdığı mektuplardan birinde, böylesi bir Paris vitrinini ballandıra ballandıra anlatır; sadeliğe şaşmıştır. Beyoğlu'ndaki Franguli'yi neden es geçmiş?
Attila İlhan, 'O Karanlıkta Biz'de anmış: "... tiyatro ve sinemalar, 'fenerlerini' aydınlattı..." Hepsi gözümün önündedir. Dakikalarca durup bakardım. Kim bilir kimin objektifinden, Tepebaşı'ndaki yangın kurbanı Dram Tiyatrosu'nun bir fotoğrafı var. Kapıda, camlı çerçeve içinde oyunun afişi. Büyüteçle de baktım, oyunun adını, yazarın, yönetmenin adlarını bir türlü okuyamıyorum. Okusam, sanki o dakika, eseri izlemeye Dram Tiyatrosu'na gireceğim...
(Yukarıda mefruşatçı diyerek geçiştirdim; belleğim aldatmıyorsa, Lazzaro Franko olabilir mi? Ah bu git git silinen adlar, hatıralar...)
Beyoğlu, ben yaştakiler için, o zamanlar, biraz da Japon Mağazası demekti. Galatasaray Lisesi'ne yaklaşırken, aynı sırada, oyuncaklarla dolup taşan, çocukların gözlerini alamadıkları, adeta fırtınalı bir vitrin! Sıra sıra oyuncak ayılar, sıra sıra ve boy boy taşbebekler, yerde oyuncak trenler hareket halinde!, yapboz evler, bahçeler, biçimli dizdiniz mi, her yüzünde ayrı masal sahnesi tahta küpler, yılbaşına doğru rengarenk sırçalardan irili ufaklı çam süsleri, sırça toplar, sırça piramitler, sırça yıldızlar, sırça kar taneleri... Şimdi bile, hatırladıkça, düşledikçe, her biri yüreğimi hoplatıyor.
Oysa Japon Mağazası'ndan içeriye adım atılmazdı. Tümü pahalı oyuncaklardı, çoğu ithal malı. Japon Mağazası biz orta halliler için hepi topu görkemli vitrindi.
Apartmanlık Cihangir'den Taksim'e çıkılır, dolmuşa binilir, Ortaköy'e gidilirdi. Tahmin ettiğiniz gibi, Yıldız Parkı'na.
1950'ler, 1960'lar İstanbul'unda Yıldız Parkı bayındır günlerini yaşamıyordu. Ağaçlar, çevre, epey bakımsızdı. Hammer, buraların Bizans döneminde defne ormanları olduğunu yazar. Defneden etkilenmiş Bizanslı şairler, Hammer'in iddiasına göre, buraları şiirlerinde işlemişler.
Parktaki tek okaliptüs ağacını hatırlarım. Malta Köşkü'ne doğru bir yalağın yanı başındaydı. Kışla birlikte göçer, kurudu sanılır, yaz başlangıcında dirilirdi. Yaz gezintilerinde tek bir yaprağı kopartılır, ovuşturulur. Okaliptüsün mis gibi kokusu! oh! denirdi. Zargana kılıklı yapraktan çıkan rayiha bana hep Kanzuk öksürük pastillerini çağrıştırdığından, okaliptüs ağacını da, keskin kokuyu da pek sevmezdim.
Kim bilir ne zaman, gerçekten kuruyup gitmiş cılız ağaç. Yıldız Parkı'na artık seyrek gidişlerimden birinde fark etmiştim.
Kaskatlı havuzlardaki nilüferleriyse esriyip giderek seyrederdim. Nilüferlerin yalnız çiçekleri değildi başımı döndüren, kocaman yeşil yapraklarına da hayrandım. Bazan kurbağalar bir yapraktan ötekine atlar, bazan cup! diye sula dalar, ben de sevinçler kuşanırdım.
13 Şubat 2010, Cumartesi