BERRİN UYANIK BEKAR – ÖZEL HABER
Fotoğrafçı, reklamcı, tekneci, dalgıç, basketbol koçu, işletmeci, gezgin, çiftçi... Patagonya’dan Kuzey Atlantik’e, Gana’dan Kızıldeniz’e... Aziz Çelebi’nin maceralarını dinlemeye saatler, anlatmaya sayfalar yetmez...
Reklamcıya reklamla başlıyorum: Hayattan Aziz Çelebi’yi alın geri neyi kalır ki?..
Hakkında çok şey duydum, inanamadım ama görünce anladım, meğer hepsi de hakikatmiş.
Meğer fotoğrafçı, reklamcı, tekneci, dalgıç, basketbol koçu, işletmeci, gezgin ve çiftçi bir işadamını, sanatçıyı dinlemek ne kadar da keyifliymiş...
Neşeli, konuşkan, hareketli. Eller, kollar yerinde durmuyor. Türkçeyi tüm akıcılığıyla kullanıyor. Bir de gözlükleri var; çok havalı, yakışıyor.
Zorlu Center’da, açık, güneşli bir günde, şık bir kafede buluşuyoruz. Konuğum, Evliya Çelebi’nin milenyumdaki torunu Aziz Çelebi. Kandan değil tabii, candan. Gezgin. Maceracı, belli. Bir okyanus geçişi var, dinlerken güler misin ağlar mısın bilmiyorsun. Sigortacıların bile sigorta yapmadığı o rotada, o havada, 20 metre dalgada, bir teknede, günlerce, gecelerce, sağa sola bağlı olarak kalmak, 17 saat kamaradan çıkamamak, bırakın yaşamayı ölümü bile unutmak kolay mı? Ya fırtınada denize düşen arkadaşları? Olay, olay... Ama anlatırken öyle bir mizah yapıyor ki tutamıyorsun kendini, koyuyorsun makaraları.
Ya Kızıldeniz’deki hikaye; 18 metrede kaybolup, dipte kuma oturup, sağa mı gitsem, sola mı? diye kaç kişi düşünür acaba?
Peki derinde, en derinde, üst üste 3 kişiyi görseniz ne yaparsınız? Aziz Çelebi o dakikaları paylaşırken düşünmeye vakit yok, çünkü kahkahadan gözyaşlarınızı tutamıyorsunuz...
Darwin’den sonra o geliyor!
Belki de Darwin’den sonra Patagonya’yı böylesine inceden keşfeden ikinci adam karşımda oturuyor şu an! O, “insanın sırrı” dediği türlerin peşindeydi, Çelebi de “yaşamın sırrı” doğanın, insanın… Suyun içinde çıplak yaşayan kabileyi, granit dağları öyle bir ifade ediyor ki resmen o pozları beyninizde çekiyorsunuz.
Kurduğu cümlelerde, seçtiği kelimelerde “ben” vurgusu yok. İş Bankası’ndan Yapı Kredi’ye, Dışbank’tan Peugeot’ya, Vestel’den Opet’e, Cengiz Holding’e hep devlerle çalışan birisi hiç böbürlenmez mi? Hayır, çok mütevazı. Elbette işleriyle gurur duyuyor ama ekip ruhuyla konuşmak daha hoşuna gidiyor. Sadece Ferzan Özpetek’i Türkiye’ye getiren adam olduğunu saklamıyor. Yani iki usta, aynı reklamda buluşuyor.
Usta diyorum çünkü, imza attığı işler bir yana belgeli; bir vakfa destek amacıyla Afrika’da çıktığı yolculukta o gözlerin, o deklanşöre basan parmakların yakaladığı kareler öyle bir kitap olmuş ki, Avrupa’daki önemli bir yarışmada ilk 7’ye kalmış...
Fotoğraf sanatçılığı nereden geliyor derseniz söyleyeyim, alaylı değil okullu. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi mezunu. Reklamcılıkla da öğrenciyken tanışmış. Sonra çalışmış, ardından kendi işyerini açmış. 20 yıldır Stüdyo Fotoğraf ve Film Yapım şirketiyle hizmet veriyor. Gençlik günlerinde Beyoğlu’nda bar işletmiş, basketbol koçluğu yapmış Aziz Çelebi. Ama artık sanatçı bir işadamı. İş dünyasıyla, sanat alemiyle sıkı fıkı. Büyük dostlukları var. İsim isim sayarken gözlerim fal taşı gibi açılıyor. “Onu da mı tanıyorsunuz”demekten yoruluyorum. O ise sadece gülümsüyor.
“Ben bir ceviz ağacıyım Gördes’te”
Zorlu Center birden buram buram Anadolu kokuyor. Çelebi tepeden iniyor, “Benim Manisa Gördes’te 3 bin 750 cevizim var”diyor. 200 dönüm arazide yetiştirdiği ağaçları çocuk şefkatiyle anlatıyor. “Ben bir ceviz ağacıyım...”
Kalbimden Nazım geçiyor...
Sohbetin finalini reklama ayırıyoruz. Haklı olarak kendi dünyasına toz kondurmuyor Aziz Çelebi. Türkiye’de ona göre film teknolojisi ve reklam dünyasını yakalayacak sektör yok gibi. Üstelik Avrupa’nın en kalitelisi. Tek üzüntüsü reklamverenler. Çünkü kurumları aşırı müdahaleci buluyor. Tasarımcının ve senaristin yaratıcılığına darbe vurulduğunu savunuyor.
Veda vakti. Telefonu çalıyor, büyük bir markanın reklamıyla ilgili konuşma yapıyor. Artık yola çıkmaya hazır. 3 bin 750 evladı onu bekliyor...
MOTORCULARIN PEŞİNE TAKILDIM, LATİN AMERİKA'YA GİTTİM
-Modern bir gezginsiniz. Son gezinizden başlasak...
-Vakit buldukça geziyorum aslında. Sondan başlamak gerekirse, motor turu yapan arkadaşımın peşine takılıp Latin Amerika’ya gittim. Motorcu değilim ama yüzde 85 off-road bir turdu, arkada giden Land Rover’lardan birini kullandım. Patagonya çok enteresan bir bölge. Darwin’in türlerin kökeni araştırmasına başladığı yer. 30 yıl yaşamış orada. Dünyanın dibi, “El Mundo” diyorlar. Jeolojik olarak da ilk oluşumunu tamamlayan bölgeymiş burası.
-Enteresan yer dediniz, dikkatinizi neler çekti?
-İnsanları ilginç, tipleri hafif Asyalıya benziyor. Mapuche diye bir kabile varmış orada, yüzyılın başında neredeyse yok olmuşlar. Az da olsa o ırktan gelen bir topluluk var. Mapuche’ler suyun içinde çıplak yaşayan bir kabile. Her taraf buzul, onlar çırılçıplak yaşıyorlar. Balina yağı sürüyorlarmış vücutlarına.
Ateş Toprakları’nın karşı kıyısında, Punta Arenas diye bir bölge var, Şili’ye bağlı. Caddelerde zaman zaman direklerin arasına halat geriliyor. Niye? Çünkü rüzgar zaman zaman 130 km ile esiyor burada. Sokakta yürürken iplere tutunmazsan uçuyorsun. Üç büyük dağ var; 2 bin 300 ile 2 bin 600 metre arasında. İnanabiliyor musunuz, dağlar granit. Patagonya nüfusu çok az tabii. 60’ların, 70’lerin Türkiyesi gibi bir yer. Fotoğraflar çektim. Belgesel film yapacağım, hazırlıklarım sürüyor.
-Rotanızda Afrika da var mı?
-Elbette. Geçen yıl Cape Town’daydım. Uzun süre kaldım. Denize girmek sorun; dışarısı 30 derece, su 6 derece. Ayağını iki dakika tutamazsın, buz. Bir de “Köpekbalığı acaba neremden yer?” diye düşünüyorsun. Sahiller köpekbalığı kaynıyor. Dünyanın en iyi sörfçüleri yarışmalar yapıyor köpekbalıklarının arasında. Anlamak mümkün değil. Ama yine de söylüyorum, bence dünyada yaşanılabilecek iki üç yer varsa biri de Cape Town. Doğası muhteşem.
Gana’ya gittim. O geziyi tetikleyen de bir vakıf oldu. Adı Kibele. Vakıf tamamen doktorlardan oluşuyor. Kibele, az gelişmiş ülkelere doğumla ilgili eğitimler veriyor. Bir gün sohbette Gana’ya gideceklerini öğrendim. “Ben de geleyim, orada çekimler yapayım” dedim. Hikâye böyle başladı. Manzara, insanlar, yaşam çok etkileyici. Fotoğrafladım. O anlar kitap oldu. Ve o kitap yarışmaya girdi. Avrupa’da da ilk yediye kaldı.
OKYANUSTA HAYATLA-ÖLÜMÜN MÜCADELESİ
-Gelelim büyük maceraya... Okyanusta neler yaşadınız ?
-Mart 2006. 5 kişi Kuzey Atlantik’i geçtik. Bermuda’dan Portekiz’e kadar geldik. Bu dünyada çok az insanın cesaret edebileceği bir rota. Bizim de çok bildiğimizden değildi aslında, neredeyse ölüyorduk. Bir arkadaşımız okyanusun ortasında suya düştü. Zar zor aldık sudan. Okyanusu 15 günde geçtik. O 15 günde 6 defa yemek yiyebildik. Hava ortalaması 65 knot, dalga yüksekliği 18-20 metre. Gerçekten mucize eseri yaşıyoruz. 2 bin 100 mil geldik. Okyanusta üç dört gün sonra zaman ve mekan kavramı yok oluyor. 360 derece deniz, 360 derece gökyüzü. Leke yok. Hiçbir şey hissetmiyorsun. Başlangıçta biraz endişe, korku oluyor ama kısa sürede kayboluyor. Çünkü yapacak bir şey yok. Hava raporu aldığımızda Bermuda’da, 40. Paralel’de fırtına gözüküyordu. Bir arkadaşımız “38. Paralel’de gidelim” dedi. Bize zaten rüzgâr lazımdı ve hava dört gün sert gözüküyor, dördüncü günün sonunda normale dönüyordu. Ama öyle olmadı, aksine sertleşti. Fırtınanın göbeği güneye kaydı. Arkadaş da rotayı değiştirmedi. Bu arada telsiz menzili dışına çıktık. O 15 günün 12 günü kesintisiz yağmur yağdı. Çok kötüydü. Kendini fare gibi hissediyorsun. Üstünde kat kat kıyafet var ve hepsi ıslak, kamara ıslak. Otomatik pilotta da gidemiyorsun, çünkü onun için motor çalıştırman lazım. 2 bin 100 mil yol gidiyorsun, yolda benzinci yok ki. Günde bir saat motorları çalıştırıyorduk, o da aküler şarj olsun, navigasyon çalışsın diye. Türkiye’de bu rotayı kullanan, deneyimi olan başka kimse yok. Biz de acayip denizciler değiliz. Ancak tüm o zorluklara rağmen hiçbirimiz denizden soğumadı.
-Arkadaşınız nasıl düştü denize, dev dalgalardan nasıl kurtardınız peki?
-Nöbet değişiyorduk, giyinip çıktım. Dümendeyim. Arif de navigasyona bakmak için çıkmış ama o sırada can yeleğini çıkarmış, üzerinde off-shore elbise varmış. Makara sisteminin halatı çarptı. Dört kaburgası kırılmış. Arif’i denize düşerken gördüm. Bağırıp çağırıyorum. Tekneden biri düştüğünde kuraldır, kim görürse elindeki her şeyi bırakıp gözünü ondan ayırmaz. Eğer bir saniye bile gözünü kırparsan nerede olduğunu bulamazsın. Ben “Düştü” diye bağırıyorum ama kamara arka tarafımda, rüzgâr çok kötü, sesimi duyuramıyorum. Mecburen döndüm ve “Arif düştü” dedim. Bir baktım Arif yok. Dalga o sırada 8-10 metreye inmişti. Herkes dışarı çıktı. Hava çok kötüydü ama bir şekilde Arif’i bulup çıkardık sudan. 5 dakika sonra da hava kararmıştı zaten...
-Karaya çıktığınızda ne yaptınız?
-Zar zor bağladık tekneyi marinaya. Çıktık ama anlamıyorsun hiçbir şey. İki gün yürüyemedik. Oteldeki ilk gece kalktım, duvara vurdum kendimi. Yaşamamız gerçekten mucizeydi. Teknede bir gün 17 saat kamaradan dışarı çıkamamıştık. Tam bir felaketti kısacası.
18 METRE DERİNDE KUMA OTURDUM, NEREYE GİDEYİM DİYE BAKIYORDUM
-Hobileriniz arasında başka neler var? Başka ne gibi maceralar yaşadınız?
-Dalgıçlık... Kızıldeniz’de başıma öyle bir olay geldi ki! Dalışta suyun altında kayboldum. Şarm El-Şeyh’te oldu bu. Mısırlı rehber gençle çift çift dalıyorduk. Sevgilisi gelince rehber dalışta benimle ilgilenmedi tabii. Maskem su alıyordu, ben de dibe dalıp içindeki suyu tahliye edeyim istedim. Oturdum dibe, maskeyi temizledim, bir baktım kimse yok! Rehber de uyarmamış grubu, gitmişler. 18 metre suyun altındayım ve sağa mı gideyim sola mı bilemedim. Hâlbuki kural belli; direkt suyun üstüne çıkacaksın. Ama o an bunu düşünemedim. Tam aksine denizin dibinde oturmuş, nereye gideceğime bakıyordum. Sonra biraz gittim ama neredeyse kalp krizi geçiriyordum. Koluma bir şey yapıştı. Baktım bir el. Kanyon geçişi dalışını tamamlayan grubun rehberi görmüş beni. “Ne yapıyorsun burada?” dedi, “İyiyim, gözlüğümü bağlıyorum” dedim. Adamın yüzündeki ifade çok komikti. Böyle bir şey olabilir mi? O sırada denizin içinde yine bir baktım Fehim diye bir arkadaşım var, yüzüyor ama sırtındaki tüp de başka bir yerde yüzüyor! Yanına gittim ve “Tüpün açılmış, bağlayayım” dedim. Fehim’i bacaklarımın arasına aldım, üstündeyim, tüpü takıyorum, bir baktım benim sırtımda da Ercan. Bu kez ben, “Ne yapıyorsun?” dedim, “Tüpün açılmış” dedi. Fehim’in üstünde ben, benim üstümde Ercan; çok enteresan, gülünç bir kareydi suyun altında.
-Peki, Okyanus gibi tehlikeli bir maceraya girmeden önce hiç sigorta yaptırmayı düşündünüz mü? Çekimlerde sigorta yaptırıyor musunuz? Sigortayla aranız nasıl?
-Şöyle yanıt vereyim; o mevsimde ticari ya da başka bir gemi olsa ve başına bir şey gelse dünyadaki bütün sigorta anlaşmaları iptal oluyor. Çünkü rota ya da mevsim ters. Başka bir menzilden gitmesi lazım. Hiçbir iletişim olmuyor ki! “Ne işin vardı orada” diyor sigorta şirketi. Ama benim özel sağlık sigortam var Allianz’dan. Çok gerekli olduğuna da inanıyorum zaten. Ayrıca sigortasız hiçbir şeyim yoktur. Evim, arabam, stüdyom, her şeyim sigortalı. Bireysel emekliliğim vardı ama çıkacağım. Çünkü inancım kalmadı. Biz iş çekimlerinde herkese sigorta yaptırırız. Ancak son süreçte şöyle bir sorun yaşadık: Kamera, kamera ekipmanı gibi teknik malzemeleri sigortalatacak şirketi çok zor bulduk. Zaten sadece Axa Sigorta yapıyormuş bunu. Halbuki dünyanın filmi çekiliyor. Bu başlı başına bir pazar bence.
-Bankalar ve reklam... Biraz da bu dünyayı anlatır mısınız?
-Ferzan Özpetek’le Fortis’e (Dışbank) reklam filmi çektim. Hatırlarsanız Orhan Gencebay ve Türkan Şoray’ın rol aldığı reklam... Yönetmeni de yine Türkiye’de ilk defa reklam çeken Ferzan Özpetek’ti. Ferzan’ı İtalya’dan ben getirdim. Tanışmıyorduk ama bu proje için getirdim. Çünkü oyuncular gibi yönetmenin de ünlü olmasını istediler. Serra Yılmaz iyi arkadaşımdır. Onunla konuşuyorduk. O da Ferzan’ın çok yakın arkadaşıymış. Serra, “Ferzan ilk reklam filmini çekiyor İtalya’da, bir posta şirketi adına galiba” diye anlatıyordu. 15 gün sonra da
banka projesi geldi karşıma. Serra’yı aradım ve projeyi anlattım, “Bir konuşalım” dedim. Konuştuk İtalya’dan Ferzan’la. Ferzan titiz adam, iyice araştırdıktan sonra geldi bana ve “Ya Aziz, senin hakkında negatif konuşan hiç kimse yok” dedi. Birlikte üç film çektik. Bunlar Ferzan’ın Türkiye’deki ilk reklam filmleri oldu.
İş Bankası ve Yapı Kredi’nin reklam filmlerini çektim. Sadece bankalar değil Banvit, Şen Piliç, Peugeot, UNO, Komşu Fırın, Vestel gibi şirketlerle de çalıştım. Erol Aksoy’un faktoring şirketinin halka arzı için reklam filmi yaptım. Koç’a geçmeden önce Opet’e de bir film yaptık. Büyük bir operasyondu. Fransa’dan bir animatör ekip geldi. 8 kamerayla çektik filmi. Haliç Köprüsü açıkken üzerinden bir sürücü Toyota ile atladı.