C.KAFESOĞLU – FINANSGUNDEM.COM/AMSTERDAM
"Dijitalleşme trenini kaçıran uluslar çok geride kalacak…”
Bu kadar açık ve net konuşuyor Hakan Ateş. “Son on yılda keşifler, tarih boyunca yapılanlardan fazla. The Internet of Things (IoT) dedikleri 'nesnelerin interneti', makineler kendi aralarında konuşup kararlar verebiliyor. 5 yıl sonra 50 milyar cihaz internete bağlı olacak” diye devam ediyor.
Noktayı koyuyor: “Artık imkansız diye bir şey yok.”
Amsterdam’a adım attığımızın 30’uncu saatindeyiz.
Avuçlarında, “Küresel Çapta İnovasyona Önderlik Eden Kurum” ödülü. Yüzünde gurur, kelimeleri keskin, sözleri Ateş’li…
Peki neden buradayız, niçin Deniz’cilerle bir aradayız? İzninizle…
BİRİNCİ GÜN
“Teknolojk gelişme, ister Almanya’da olsun, ister Türkiye’de, aynı sonuçları getirir, aynı yaşama biçimini egemen kılar…” görüşüne şiddetle itiraz ediyor yazar.
“Acaba?”
Soruyor: “Sorunu teknoloji düzeyinde koymak, sonuçları değiştirir mi? Teknoloji dediğimiz nedir? Bilimlerin üretime uygulanışı değil mi?”
Buraya kadar normal. Ancak sonrası fırtına. Teknolojinin sahibi ulusların dinsel tabanlarını lime lime ediyor.
Satırlar bir ok gibi beynime saplanıyor, elim sayfaların arasında sıkışmış, titreme geliyor birden. Bana değil, ‘çelik kuş’a. Kemerimi sıkıyorum, arkama yaslanıyorum.
“Kaptanınız konuşuyor…”
Sesteki pürüzsüzlük, 10 bin metredeki gidişin sorunsuz olduğunun işareti. Yanımdaki hanımefendi derinden bir ‘ohh’ çekiyor, gülümsüyorum.
Nereye gidiyorum?
Hollanda’ya, teknoloji savaşlarının ödül törenine.
Neyle?
Uçan teknolojiyle.
Yer, gök teknoloji.
Öyleyse kafamdaki bu tartışma niye?
Ulusal kültür savaşında, İki Yüzyıllık Suçumuz’da, 18 satırlık bir paragraf adeta esir alıyor beni.
Peki, teknolojinin dini olur mu? O zaman dinsizlerin kullandığı ne?
“Amsterdam’da hava güzel, sıcaklık 16-17 derecek, açık…”
Kaptan, içimdeki çatışmayı susturuyor.
‘Bankacılık Nobeli’ni kim alacak?
Sınırları ortadan kaldıran bir gücün, devlerin yarıştığı bir sektörün finaline yolculukta, arka koltuklarda, DenizBank beyin takımı (Hakan Ateş, Tanju Kaya, Dilek Duman, Murat Çelik, Murat Çıtak, Gürhan Çam, Türkan Ersoy, Kadir Mustafa Öztürk) ve kalabalık bir gazeteci grubu bir aradayız. Heyecan büyük. Tahmin elbette zor ama umut yok mu umut! Herkes ‘Bankacılık Nobeli’ni kim alacak, merak ediyor. Jüri tarafından büyük ödüle aday gösterilmenin kıvancını yaşayan Hakan Ateş’te gözlerim…
56 senedir ilk kez görüşeceğiz. Daha önce hiç karşılaşmadık. Amsterdam ilk ‘merhaba’ durağımız. Bizi Krallığın kentinde, meydanların kralına götürecek otobüsü beklerken, yan yana geliyoruz. Keyifli bir tokalaşma, neşeli bir tanışma.
Otobüsümüz panoramik bir seyirle hareket halinde. Ünlü meydanları, kanalları, meşhur Çiçek Pazarını, şöhretli kiliselerini, Sarayı geçiyoruz. Pencereleri, kentin en kıvrak, caddesi bol, kanallara çok yakın, her tarafı peynirci, kafe, bar, mağaza dolu Dam Meydanı’na açılan tarihi otele yerleşiyoruz. Haliyle asansör de tarihi. Gıcırtılarından belli :))
Önce yayan keşfediyoruz Amsterdam’ı. İnanın, tramvayın çıkardığı ses ve bisiklet zili dışında tek bir gürültü yok. Gürültülü tek yer Simit Sarayı :)) Dam’a açılan köşede konuşlanmış Abdullah Kavukçu’nun mekanı. Gürültüden kasıt kalabalık; içeride, dışarıda oturacak tek masa yok. Çoğunluk yabancı. Birer kahve kapıyoruz, bahçeye çıkıyoruz. Hemen, sıcağı sıcağına telefonla arıyor, “Çok beğendim. Harika bir iş çıkarmışsınız..” Hakan Ateş, Abdullah Kavukçu’yu kutluyor. 4 bin kilometreden dikkat çekici bir paylaşım.
Arka sokaklarda akan acımasız hayat!
Güneş basmış gitmiş, kent elektriklere emanet artık. Işıl ışıl. Memlekette seçim havası, ampuller burada da yanmış. Caddeler, kanal boyu, gençlerle dolu. Yürüyoruz. Turizm adına çok renkli, cazibeli ama bir o kadar da acımasız bir hayat akıyor ara sokaklarda. Kırmızı lambalı evler, tek kişilik davetkâr odalar o kadar çok ki! Kentin bu yakasından eğlence de çıkar, tahribat ta. Etkisi cüzdanlarda, bedenlerde, ruhlarda…
Uçak, otobüs, tur, yoruyor insanı. Şık ve sıcak bir akşam yemeğinin ardından çekiliyoruz odalarımıza. Bazılarımız ise delikanlı! Onlar, gezmeye devam ediyor. İstanbul’la, sevgilimle konuşmuşum, içim rahat. Derin bir uyku beni bekliyor, gözlerim kapanıyor…
İKİNCİ GÜN
Gözlerimi grinin tonlarına açıyorum. Van Gogh’un renkleri henüz ortada yok. Ama kentin sakin uyanışı yine de etkileyici. Tepeden izliyorum; tek tük yürüyenler, bisikletle geçenler, apartmanların avlularında çalışan işçiler. Meydan yavaşça canlanıyor, nefis bir kahve kokusu yayılıyor, masalar, sandalyeler yerlerini alıyor.
Otelin geniş kahvaltı salonuna iniyorum. Arkadaşlar bekliyor beni. Hakan Bey de orada. Bugün final günü, önemli, yoğun. Hızlı hareket ediyor. Beş kıtadan dev bankalar, usta bankacılar yarışıyor. Hem de kıyasıya. Ama Denizbank’cılar iddialı. İpi göğüsleyeceklerine inançlı. Onlar er meydanına yola çıkıyor, biz de tekneyle dolaşmaya.
Yana yatmış, öne eğilmiş, rengarenk, pencere ebatları vergiye ayarlı, zengin, fakir evlerin gölgesinde; birbirine geçmiş, kimi geniş, kimi daha az derin kanallarda, ama koyu yeşil suda ilerliyoruz. Sararmış yapraklar düşmüş, her yer sonbahar. Tekneler geçerken sağımdan, solumdan Bogaz’ım acıyor. İçim yanıyor. Düşünüyorum da neden bizim köşklerin güzelliği, seyirliği bu kadar para etmiyor?
Burada zaman başına buyruk, akıyor; nehrin bir ucunda, harikulade bir restoran haline getirilmiş eski bir tersanede – Harbour Club’te- güzel bir havada, hoşsohbet bir ortamda, balığın, bonfilenin lezzetinde öğlenin tadına doyum olmuyor. Rehberimiz ikaz ediyor, programa az kaldı. Bir koşuşturmacayla otobüse doluyoruz. Bağırıyorum: Bas gaza şoför, bas gaza…
İşte nefeslerin tutulduğu an
EFMA 2015 Ödül Töreni’ndeyiz. Kimimiz takımları çekmiş, janti. Kimimiz altı kumaş, üstü deri ceketli. Hanımefendilerin tercihi, hafif makyaj, rahat ama şık kıyafetler. Renaissaca Hotel’in Konferans Salonu tıka basa dolu. Tüm dünyadan bankalar, temsilciler, davetliler yerlerini almış. Sahneye yakın sağ köşe Türk gazetecilere ayrılmış. Sunucu, kategorisine göre sonuçları açıklıyor, kazananı davet ediyor. Kısa bir konuşmayı küçük bir gösteri izliyor. Sıra büyük ödülde. Nefesler tutulmuş, mikrofon çınlıyor.
“Küresel Çapta İnovasyona Önderlik Eden Kurum, Denizbank”
İşte bu! Türk bankacılık sektörü adına gurur anı…
Dünya çapında 212
banka ve 500 projeyi sollamak kolay mı? Anons edilen birincilik, liderlik. Denizbank, inovasyon tacını takıyor. Başarı küresel ama şeffaf cam plaket dört köşe. Hakan Ateş de öyle. An itibarıyla güç onda. Kurumundan, bankacıların gıptayla baktığı projelerinden bahsediyor. Espri yüklü, cep telefonlu görsel anlatımı, kahkahalarla, alkışlarla kesiliyor.
Bu treni kaçıranlar yandı
Deniz’cileri büyük gururlarıyla, meslektaşlarıyla başbaşa bırakyoruz. Akşam için hazırlık zamanı. Törenden ayrılıyoruz. Zaten birazdan otelde Hakan Ateş’le basın toplantısında buluşacağız…
Salon hazır, ellerde kalem-kağıt, herkes tetikte. Denizbank Genel Müdürü Hakan Ateş, kurmaylarına da söz vererek konuşuyor. Önce dünyanın dev bankalarıyla yarışın, kazanılan birinciliğin önemine değiniyor. Türkiye'ye bir kez daha dünyanın en inovatör bankası ödülü ile dönmenin sevinç ve gururunu yaşadıklarını söylüyor.
Uyarıyor: “Yeni bir çağa ve döneme girildi. Sadece bankacılık sektörünün değil, bütün ülkenin, kaynaklarını verimli kullanabilmesi için bu çağın içinde olması ve buna tutunması gerekiyor. Bu treni kaçıran uluslar çok geride kalacak.”
Soru soruyu kovalıyor
DenizBank, ödül alan teknolojilerini yurt içi ya da yurt dışında satıyor mu? Satıyorsa elde ettiği gelir ne kadar?
“Bizim Intertech adında bir şirketimiz var. Onun halihazırda 43 müşterisi bulunuyor. 23'ü yerli, 20'si yabancı. Yurt dışında Azerbaycan, Almanya, Dubai, Avusturya, Arnavutluk gibi ülkelere ürünlerimizi satıyoruz. Türkiye'de ise Ziraat Katılım, Albaraka Türk, Odeabank, Burganbank, Rabobank, Abank, Bank of Tokyo ürünlerimizi sattığımız müşterilerimizden. . 43 sayısını yüzlere, binlere ulaştırabiliriz. Platformumuzu başta ülkemizdeki finansal ya da finansal olmayan kurumlarla paylaşıyoruz. Yılda 27-30 milyon dolar civarında satış geliri elde ediyoruz. Biz bu teknolojileri geliştirmeseydik, yurt dışındaki rakiplerimiz bu teknolojileri bankalara satacaktı. Biz aslında döviz kazandırıcı bir işlem de yapmış oluyoruz.”
Sesimi yükseltiyorum, “2012’den bu yana çatısı altında hizmet verdiğiniz Sbenbank’a da ürün sattınız mı, Rus patron, Denizbank teknolojisini kullanıyor mu?” diye soruyorum. Övüncünü bizimle paylaşıyor:
“Evet, Sberbank’a da Denizbank’ın teknolojik ürünlerinden satıyoruz. Hatta Sberbank Grubu Üst Yöneticisi Sayın Herman Gref, Denizbank'ı tüm iştirakleri arasında en iyi durumdaki
banka olarak niteleyip, 'İnovasyon anlamında Türkiye'deki bankamız, Rusya'daki bankamıza göre bir adım ileride' diyerek bizi onore etmesi, kazandığımız bu prestijli ödülleri daha da anlamlı hale getiriyor.”
DenizBank'ın mobil cüzdan uygulamasının diğerlerine göre farkı nedir?
“Mobil cüzdanla telefon sahibi herhangi birisine para gönderilebilir.
Banka hesabı ya da kredi kartı zorunluluğu da yok. Denizbank mobil cüzdan uygulaması muazzam meziyetler barındırıyor”.
Karlı kayın ormanı, Bonanza yılları…
Moraller bomba. Toplantı salonundan birlikte ayrılıyoruz. Sohbet yolda devam ediyor. Bankacılık Nobelini almış Deniz’ciler, başarıya şahit gazeteciler, Pasta e Basta’da akşam yemeğindeyiz. Bu son gecemiz. Uzun boylu masada, dar alanda kısa paslaşmalar. Muhabbet koyu. Üç dört saat öncesi heyecan Ateş’i basmıştı, şimdi ise sevinç Ateş’i. Atmosfer harika, köşede piyano, garsonlar ise serviste değil sahnede. The Beatles, hep birlikte söyleniyor. Pınar arkadaşımızın ‘karlı kayın ormanı’ yüreklere işliyor. Bakıyorum, Hakan Ateş her parçaya eşlik ediyor.
Bir an geriye gidiyor, lise, ODTÜ yıllarına. Bonanza’dan Kaçak dizisine seslendirme yaptığı günlere. “Ne iyi para kazanıyordum o zamanlar” diye anlatıyor sanatçı yönünü ünlü bankacı. Üniversite sınavında aldığı puanla aynı zamanda Ankara Tıp Fakültesi’ne de girmeye hak kazandığını ancak farkında olmadığını… Kaderi İşletme’de çiziliyor. Tıp okusaydı şimdi karşımızda doktor bankacı mı olarak oturacaktı acaba? Kahkahayı basıyor…
Bankacılıkta derya deniz
Hakan Ateş, hiç tartışmasız bankacılık üzerine derya Deniz. 800’ü aşkın mühendis ordusuyla yaratıp ele, güne sattıkları inovasyonların bankacılık hizmet maliyetlerini nasıl düşürdüğünü kısacak özetliyor. Onu dinlemek insanda, “Haydi koşalım bir proje de biz yapalım” telaşı yaratıyor. Sberbank’ın Denizbank’ı grubun ‘inovasyon öncüsü’ ilan etmesinin iftiharı, duyduğu güven, her kelimesinde hissediliyor. 18 yıl önce bir otel odasında kurduğu, evlat sevgisiyle büyütüp, koruduğu Denizbank’ın zirveye tırmanışının onda bıraktığı izleri görüyorum. “Haklı, hakkı” diyorum…
Proje üstüne proje
Kulağım onda; Denizbank’taki tüm masa üstü bilgisayarlar okullara, ihtiyacı olanlara verilmiş. Yerine her personele tablet gelmiş. Hedef, hizmette zaman ve mekan engelini ortadan kaldırmak. Müşteriye cüzdan attıran ‘mobil cüzdan’ projesi, ‘salla telefonu, al paranı’ uygulaması, insanların hayat kalitesini artırmak adına ‘ortak aklın’ başarısı.
Reklam stratejisini, Twitter’dan krediyi, yakaladıkları ileri teknolojiyi, ürünlerini, siber saldırılarla mücadeleyi, kurum içi yolsuzluklara vurdukları darbeyi dile getirirken kullandığı cümle tarihe geçecek cinsten:
“O kadar önemli işler yaptık kı biz Kore’de olsaydık devlet bizi saltanat arabalarıyla götürürdü…”
Biz hikaye yazamıyoruz
Bir hesap makinesi kıvraklığıyla maliyet farklılıklarını ortaya koyarken, söz, ‘becerenler ve beceremeyenler’e geliyor.
Bombayı patlatıyor: “Teknoloji çağına, dijital devrime ayak uyduramayan (bankalar) tasfiye olur…”
Tesbit çok kritik. Peki, kimler yolcu, kimler ayakta kalır? İsim vermiyor, yanıtını zamana saklıyor.
Ancak en büyük üzüntüsünü saklamıyor: “Bir şeyi üretiyoruz ama satamıyoruz. Biz hikaye yazamıyoruz…”
Marlon Brando sevgisi
Duvarda Pavarotti, kapıda Marlon, fotoğralardan bize bakıyor. Espri bu ya, Pavarotti bulaşıkçılık yapmış burada, Brando’da kapıcılık. Meğer Hakan Ateş sıkı bir Marlon Brando hayranıymış. Ünlü aktörden söz ederken duyguları açığa çıkıyor. Zaten yemek boyunca bir ‘baba’ gibi oturuyor masada…
Her gece gibi bitiyor. Dam’a dönüyonuz. Kafeler kepenk indirmiş, insanlar çekilmiş. Küçük bir grup bir köşede terennüm ediyor.
Bir kısmımız otele giriyor, sabah yolculuk var, valizler hazırlanacak. Bazıları son bir girişim içinde, açık bir yer var mı derdinde.
Meydan sessiz, dev heykel yalnız. Işıklar süzülüyor.
Amsterdam’ı mesken tutmuş, İzmirli müzisyen rehberimiz Tolga Bleda Tuncer kendi şarkısıyla deliyor sessizliği: Şerefe hayat.
İçimden eşlik ediyorum:
Şerefe Türkiye, Şerefine Denizbank…