BANKA HİSSELERİ
Hisse Fiyat Değişim(%) Piyasa Değeri
AKBNK 49,54 -3,43 257.608.000.000,00
ALBRK 6,50 2,52 16.250.000.000,00
GARAN 102,80 -1,81 431.760.000.000,00
HALKB 19,82 -0,60 142.402.300.792,44
ICBCT 12,39 -0,48 10.655.400.000,00
ISCTR 10,66 -3,62 266.499.680.200,00
SKBNK 5,07 -1,93 12.675.000.000,00
TSKB 10,49 -1,78 29.372.000.000,00
VAKBN 20,40 -2,11 202.284.799.069,20
YKBNK 22,16 -3,57 187.186.656.453,44

E-posta listemize kayıt olun, en son haberler adresinize gelsin.

Ana SayfaAraştırma20 göstergenin 20 yıllık dili ----

20 göstergenin 20 yıllık dili

20 göstergenin 20 yıllık dili
03 Ocak 2010 - 17:29 www.finansingundemi.com

Hani “Şu rakamların dili olsa da konuşsa…” deriz ya… Buyurun aşağıda konuşmaktalar… Türkiye ekonomisinin milli geliri ve işsizliğiyle, bütçesi ve enflasyonuyla, ihracatı ve yabancı sermayesi ile tam 20 makro göstergesinin 20 yılda nereden nereye geldiğini, geleceğe ilişkin sağlam bir analiz...

Orhan Karaca / Ekonomist 1- ENFLASYON: Tek haneye zor indi 1990’lı yılların başında ekonomide en büyük derdimiz enflasyondu. 1970’li yıllarda çift haneye yükselen enflasyonu daha sonra bir türlü yeniden tek haneye indirememiştik. 1990’lı yıllarda enflasyon büyümeye de zarar vermeye başlayınca nihayet ciddiyeti anlaşıldı ve savaş hazırlıkları başladı. Bu hazırlıkların sonunda 2000’li yıllara döviz çapalı “Enflasyonu Düşürme Programı” ile girdik. Ancak Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri sonucunda bu savaştan hezimete uğrayarak çıktık. Fakat pes etmeyip kriz sonrasında daha ciddi bir programla yola devam edince sonunda büyük ölçüde amaca ulaştık. Esasında enflasyon hala tam istediğimiz düzeye düşmüş değil ama gelinen nokta yine de iyi. Geçen yıl kıl payı farkla yeniden çift haneye yükselen enflasyon, bu yılı ise yüzde 6 dolayında kapatacak gibi. 2- BÜYÜME: İstikrarlısına hala hasretiz Türkiye’nin 1990 yılından bu yana gerçekleşen ortalama büyüme hızı yüzde 3.7 düzeyinde. Bu dönemdeki büyüme oranlarının standart sapması ise yüzde 5.1 olarak hesaplanıyor. Bir değişkenlik ölçüsü olan standart sapmanın ortalama büyüme oranından çok daha yüksek olması, ne kadar istikrarsız bir büyüme performansına sahip olduğumuzu gösteriyor. Söz konusu dönemde yüzde 10’a yakın büyüme oranları da gördük, yüzde 6’ya yaklaşan küçülme oranları da. Bu döneme dört adet resesyonu sığdırma becerisini göstermemiz, büyüme performansımızı çok aşağılara çekti. 2002-2006 arasında şeytanın bacağını kırdığımıza neredeyse inanmıştık ama sonunda yine hayal kırıklığına uğradık. 2007’de siyasi sorunlar nedeniyle yavaşlamaya başlayan ekonomi 2008’de de küresel resesyona tosladı. Bu nedenle 2009 yılını derin bir küçülmeyle kapatmak üzereyiz. 3- MİLLİ GELİR: 20 yılda ikiye katlandı Reel rakamlar üzerinden bakarsak, ekonomimizin bugünkü büyüklüğü 1990 yılındakinin neredeyse iki katı. Esasında geçen yıl itibariyle ekonomiyi 1990 yılına göre “neredeyse” değil gerçekten ikiye katlamıştık ama bu yıl resesyon nedeniyle biraz geriye düştük. 1990’lı yıllardaki debelenmeler olmasaydı şimdi üçe katlanmış bir ekonomimiz de olabilirdi tabii. Özellikle 1997 ile 2001 arasında ekonomimiz tam anlamıyla yerinde saymıştı. Bu kısacık döneme sığan iki resesyon, ortalama büyüme oranını “sıfır”a indirmişti. 2002-2006 arasındaki ataktan sonra son birkaç yıldır yine tökezlemiş durumdayız. Tahminlerimize göre ekonominin 2009 sonundaki büyüklüğü 2006 yılı düzeyindekine yakın olacak. 4- KİŞİ BAŞINA MİLLİ GELİR: Artış hızı yeterli değil İşin içine nüfus artışı da girdiği için, kişi başına milli gelirin son 20 yıldaki seyrine bakıldığında durum toplam milli gelirdekinden daha kötü görünüyor. 2009 yılı verileri tahmini olduğu için kesin bir rakam vermeyelim ama 1990-2009 arasında kişi başına milli gelirde yaşanan reel artış yüzde 46 civarında bulunuyor. Yıllık ortalama artış hızı ise yüzde 2’de kalıyor. Bu dönemde kişi başına gelirimiz 1996-2001 arasında yerinde saymıştı. 2005’ten bu yana da yine böyle bir yerinde sayma durumu var. İkide bir ortaya çıkan bu uzun duraklamalar nedeniyle son 20 yılda aldığımız yol epey yetersiz kalıyor. 5- GÖRELİ REFAH DÜZEYİ: Hala yerimizde sayıyoruz Bu gösterge son 20 yıldaki büyüme performansımızın yetersizliğini daha iyi yansıtıyor. Satınalma Gücü Paritesi’ne (SGP) göre hesaplanan kişi başına milli gelirimizin ABD’nin aynı şekilde hesaplanan kişi başına milli gelirine oranına baktığımızda, göreli refah düzeyimizde pek de fazla bir ilerleme olmadığını görüyoruz. 1990’da yüzde 23 civarında olan bu oran yıllar boyu istikrarsız bir seyir çizmiş ve yerinde saymıştı. 2001 krizinden sonraki hızlı büyüme döneminde ise bir gayretle bu oranı yüzde 27’nin üzerine kadar çıkarmayı başarmıştık. Ancak son üç yıldır yine bir ilerleme yok. Hatta 2009’da bir miktar geriye düşmüş durumdayız. Kısacası, 20 yıldır ABD’nin dörtte biri civarındaki bir refah düzeyine saplanıp kalmış bulunmaktayız. 6- İŞSİZLİK: Başımızın en büyük derdi 1990’lı yıllarda yüzde 7-8 civarında seyreden işsizlik oranı, 2001 kriziyle birlikte sıçrama göstermiş ve çift haneye çıkmıştı. 2001 krizi işsiz sayısını da 1.5 milyon civarından 2.5 milyona taşımıştı. Genç bir nüfusa sahip olan Türkiye’de her yıl işgücü piyasasına 500 bin civarında giriş olduğundan ve bunları istihdam edebilmek için bile yüzde 5-6’lık büyüme gerektiğinden, kriz sonrasındaki hızlı büyümeye rağmen bu işsiz stokunu bir türlü eritemedik. Bu şartlar altında ekonomide yeni bir tökezleme olduğunda işsizlikte yeni bir sıçrama olacağı da belliydi. 2008-2009 resesyonu ile korktuğumuz başımıza geldi. Bu yıl işsizlik oranı yüzde 14.5 dolayında gerçekleşecek gibi. İşsiz sayısı ise 3.5 milyon civarına yükselmiş durumda. Önümüzdeki yıllarda işsizliği düşürmek için olağanüstü bir büyüme performansı gerekiyor ki bunu sağlamak çok zor. Bu nedenle işsizlik başımıza epey dert açacağa benziyor. 7- DOLAR KURU: Sıfır atıp rahatladık 1990’da 1 doların değeri eski paramızla 2 bin 600 lira idi. O dönemin hakim özelliği yüksek enflasyon nedeniyle paramızın sürekli değer kaybetmesi ve dolayısıyla kurların da sürekli yukarı gitmesiydi. Hiç hız kesmeden 2000 yılında 624 bin liraya kadar çıkan dolar kuru, 2001 krizi sırasında ise bir anda ikiye katlanıp 1 milyon liranın üzerine tırmanmıştı. 2001 krizi sonrasında ise dalgalanmaya bırakılan kurlarda alışmadığımız gelişmelere şahit olduk. Dalgalanmaları bir tarafa bırakırsak, kurlarda o zamandan beri bir yükseliş yok. 2005 yılı başında paramızdan 6 sıfır atarak bizi rencide eden bir durumdan da kurtulduk. 8- İHRACAT: 20 yılda 10’a katladık İhracatımız 1990 yılında 13 milyar dolardan ibaretti. 2008 yılında ise 132 milyar dolarlık ihracat yaptık. Bu, ihracatta tam 10 katlık bir artışa tekabül ediyor. Yalnız ihracat küresel resesyondan öyle bir darbe yedi ki, bu yıl 102 milyar dolar civarına inecek gibi. Bu durumda 10’uncu kattan 8’inci kata düşmüş gibi oluyoruz. Bu arada ihracatta 1990 yılından beri yaşanan artışın tamamının reel artış olmadığını, bir kısmının ihracat fiyatlarındaki yükselişten kaynaklandığını da belirtelim. Fakat reel olarak baktığımızda da 7 kata yakın bir artış var. Ayrıca 1990’da yüzde 6.4 olan ihracatın milli gelire oranının bugün yüzde 17’ye yakın olması da, artık ekonomimizin yüzünün dış dünyaya daha dönük olduğunun bir göstergesi. 9- İTHALAT: Hep ihracattan önde gidiyor Bugün 20 yıl öncesine göre dış dünyaya çok daha fazla mal satarken, ithalatın tadından da bir türlü vazgeçebilmiş değiliz. 1990’da 22.3 milyar dolar olan ithalat 2008’de 202 milyar dolara ulaşmış ve 9.1 kat artış göstermiş durumda. Resesyon nedeniyle bu yıl ithalatta da bir çöküş oldu ve tahminlerimize göre 138 milyar dolar civarında gerçekleşecek. Ancak ekonomi yeniden büyümeye geçtiğinde ithalatın da hemen yükselişe geçeceği açık. Türkiye’nin ithalatını özellikle enerjide dışa bağımlılık arttırıyor. Bunun dışında son 10 yılda ithal girdilere daha bağımlı olan otomotiv gibi sektörlerin parlaması da ithalatı yükselten nedenler arasında. Hammadde ve ara malı üreten yurtiçindeki sektörlerde gelişme sağlayamadığımız müddetçe ithalata bağımlılık da sorun olmaya devam edecek gibi. 10- TURİZM GELİRLERİ: Cari açığın kısmi ilacı Turizm, ihracatın ithalata yetişmesinden umudu kestiğimiz için, cari açığı kapatmak amacıyla 1980’lerden beri umut bağladığımız sektörlerden biri. Turizm bu umudu tam olarak hayata geçirebilmiş değil ama son 20 yıldaki performansı yine de iyi. 1990 yılında 3.2 milyar dolarlık turizm gelirimiz vardı. Bu rakam, 2008’de 22 milyar dolara kadar çıktı. Bu yılı ise 21 milyar dolar civarında bir turizm geliriyle kapatacak gibiyiz. Turizm gelirlerimiz genellikle yükselen bir seyir izliyor ama dünya ekonomisinin sıkıntıya girdiği dönemlerde düşüş oluyor. Küresel ekonominin büyük bölümünü resesyon içinde geçirdiği 2009 yılında da turizm gelirlerimiz de düşüş yaşanmış durumda. 11- CARİ AÇIK: Hiç bitmeyen dert Türkiye’de cari açık kadar dert edinilen bir gösterge herhalde yoktur. Ekonomimizin ithalata bağımlı bir yapısı olduğu için hızlı büyüme dönemlerinde mutlaka cari açıkta da hızlı bir artış oluyor. Bu da ne olacak bu işin sonu diye düşünmekten büyümeye sevinecek hal bırakmıyor. 2001 krizi sonrasındaki dönemde cari açık daha önce görmediğimiz devasa boyutlara ulaşıp kimsede huzur bırakmadı. Eskiden resesyon dönemlerinde cari fazla oluşurken bu kez 2009’da bile cari açık verdik. Cari açığı mutlak rakam yerine milli gelire oran olarak ele alsak bile durum pek değişmiyor. Önümüzdeki dönemde de cari açık aynı endişeler eşliğinde sürüp gidecek gibi görünüyor. 12- YABANCI SERMAYE: İstikrarın meyvesi Yabancı sermayenin ülkemize pek uğramaması, 1990’lı yıllarda yakındığımız konulardan biriydi. “Böyle istikrarsız bir ülkeye yabancı sermaye tabii ki gelmez, hele bir istikrara kavuşalım görün bakın neler olur” diyenler olsa da bunlara pek kulak asan yoktu. Fakat 2001 krizinden sonra yüksek enflasyon yenilip, kamuda dengeler sağlanıp, bir de ucundan siyasi istikrar görününce, hakikaten yabancı sermaye girişinde bir patlama yaşadık. 1990’lı yıllar boyunca 1 milyar doları bile bulmayan yıllık yabancı sermaye girişi 2007’de 22 milyar dolara kadar ulaştı. Küresel resesyonun etkisiyle bu yıl yabancı sermaye girişi 10 milyar doların altında kalacak gibi. Türkiye’de istikrar açısından işler bu aralar yine karışık olduğundan, önümüzdeki yıllarda neler olacağı ise tam belli değil. 13- FAİZ ÖDEMELERİ: Bütçeyi çok zorladı Türkiye’de bütçe açıkları iç borçlanma ile finanse edilmeye 1980’li yılların ortasında başlamıştı. İlk yıllarda geri ödemeler yeni borçlanmaların yanında devede kulak kaldığı için sorun yok gibiydi. Fakat iç borçlanma o kadar fütursuz bir şekilde yapılıyordu ki, 1990’lı yılların ortasına doğru faiz ödemeleri sorun olmaya başladı. Dönemin hükümetinin faizleri düşüreceğiz diye giriştiği operasyon, 1994 krizinin tetiğini çekti. 2000’li yıllara girdiğimizde vergi gelirlerinin yüzde 80’e yakını faiz ödemelerini gidiyordu. Hatta kriz yılı 2001’de toplanan tüm vergi geliri faiz ödemelerine yetmedi bile. Neyse ki kriz sonrasında uygulanan istikrar programı sayesinde faiz ödemelerinin ağırlığı giderek azaldı. Fakat son dört yıldır düşüş durmuş ve faiz ödemeleri vergi gelirlerinin üçte biri civarında sabitlenmiş durumda. 14- BÜTÇE AÇIĞI: Önemini zor kavradık 1990’lı yılların başında bütçe açıkları milli gelire oranla yüzde 3-4 civarındaydı. 1994 krizinden sonra faiz ödemelerinin ağırlığı altında bütçe giderek çökmeye başladı. Bu dönemde zaman zaman istikrar programları açıklansa da, siyasi istikrarsızlığın da etkisiyle, bir türlü sonuna kadar sürdürülemiyordu. Bu nedenle bütçe de bir türlü toparlanamıyordu. Bütçe açığının milli gelire oranı 1996 yılında yüzde 6’yı, 1999 yılında yüzde 8’i aştı. 2001 kriziyle birlikte ise çift haneli oranlarla tanıştık. 2001 krizi sonrasında uygulanan istikrar programlarıyla ise bir taraftan faizlerin düşürülmesi bir taraftan da özelleştirme gelirlerinin devreye girmesi, bütçeyi dört yılda toparladı. Fakat bu yıl resesyonun ve de yerel seçim harcamaların etkisiyle bütçe yeniden alarm vermeye başladı. Son dört yıldır yüzde 2’nin altında seyreden bütçe açığının milli gelire oranı bu yıl yüzde 6’yı aşacağa benziyor. 15- ÖZELLEŞTİRME: Son beş yılda şahlandı Türkiye’de özelleştirme uygulamaları 1980’li yıllarda başladı ama beş yıl öncesine kadar bu konuda alınan yol bir arpa boyundan ibaretti. Daha önceki yıllarda özelleştirmenin yasal çerçevesinin bir türlü oturtulamaması nedeniyle yapılan işlemler sık sık mahkemelerden dönüyordu. Buna ek olarak ekonomik ve siyasi istikrarsızlık da yatırımcıların özelleştirme uygulamalarına ilgi göstermesini engelliyordu. Bu nedenle 1990’lı yıllarda yapılan özelleştirme uygulamaları, yıllık olarak genelde 300-400 milyon dolarda kalıyordu. 2005 yılından itibaren ise özelleştirmede müthiş bir hızlanma yaşandı. Bu dönemde özelleştirmeden elde edilen gelirler bütçenin toparlanmasında önemli rol oynadı. Yalnız küresel kriz nedeniyle bu yıl özelleştirmede yine bir yavaşlama var. 16- KAMU BORCU: Biraz daha düşüş lazım 1990 yılında merkezi yönetim borç stoku, altı sıfırı atılmış bugünkü paramızla, 133 milyon liradan ibaretti. Bu tutarın, 1998 baz yıllı yeni milli gelir serisine göre düzelttiğimiz o dönemin milli gelirine oranı yüzde 25 olarak hesaplanıyor. 1990’larda yavaş yavaş yükselen bu oran, yıllardır halının altına süpürülen pisliklerin ortaya çıkmasıyla, 2001 krizi sırasında büyük bir sıçrama gösterdi ve yüzde 70’i aştı. Daha açık söylersek, bu sıçramanın nedeni, yıllardır biriken görev zararları karşılığında kamu bankalarına ve de kriz sırasında zor durumda kalıp Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) devredilen özel bankalara Hazine kağıtları verilmesiydi. 2001 krizi sonrasındaki restorasyon döneminde kamunun borçlarının milli gelire oranı yüzde 40’ın altına kadar indi. Fakat bu yıl bu oranda yeniden yükseliş var. 17- DIŞ BORÇ: Artık özel sektör yükseltiyor Mutlak rakam olarak dış borcumuz 1990 yılında 52 milyar dolar iken, 2008’de 278 milyar dolara kadar çıktı. Son yıllarda dış borcu özellikle, kur istikrarının sağlanmasıyla reel özel sektör kuruluşlarının dış finansmana yönelmesi uçurdu. Fakat aynı dönemde dolar cinsinden hesaplanan milli gelirdeki artış da epey yüksek gerçekleştiği için, milli gelire oranla dış borçta yükseliş olmadı. Hatta 2001 yılında yüzde 60’a yaklaşan dış borcun milli gelire oranı 2005 yılında yüzde 40’ın altına kadar düştü. Fakat bu yıl bu oran, yeniden yükseldi gibi. Esasında resesyon nedeniyle dış finansman kapıları büyük ölçüde kapandığı için 2009’da mutlak rakam olarak dış borçta düşüş yaşandığını tahmin ediyoruz. Fakat dolar cinsinden hesaplanan milli gelirde düşüş olduğu için, milli gelire oranla dış borçta artış yaşanmış olabilir. 18- ŞİRKET KURULUŞLARI: Altın dönem 1990’lardı Girişimciliğin göstergesi olarak kabul edilen yıllık şirket kuruluşları, 1990’lı yılların başında 20 binin altındaydı. Ekonomideki ve siyasetteki istikrarsızlığa inat, 1992’den itibaren ülkeyi saran girişimcilik dalgasıyla bu sayı 1997’de 70 bine kadar yaklaşmıştı. Bu dönemde yaşanan 1994 krizi bile girişimciliğin önüne set çekememişti. Ancak 1998-99 resesyonu sırasında yaşanan düşüşün üzerine bir de 2001 krizi gelince, girişimci uzun bir süre kendine gelemedi. 2001 krizinin üzerinden iki yıl geçtikten sonra yeniden bir hareketlenme başladı. Fakat şimdi de 2008-2009 resesyonu nedeniyle girişimcilikte gevşeme var. 19- KONUT ÜRETİMİ: Depremin etkisini zor atlattı İnşaat ruhsatı alınan daire sayısı, ekonomi açısından önemi oldukça yüksek olan konut sektörünün gelişimini görmek açısından en önemli göstergedir. 1990’ların başında, bir yılda yapımına başlanan konut sayısı 400 binin altındaydı. Bu sayı 1992 ve 1993 yıllarında hızla yükselmiş ve 550 bine dayanmıştı. 1994 kriziyle birlikte ise hafif bir düşüş eğilimi başlamıştı. 1999’daki büyük Marmara Depremi, bu düşüş eğilimini hızlandırdı. Bunun üzerine 2001 krizi de gelince yeni konut başlangıçları 200 binin altına kadar düştü. 2004-2006 arasında ise konut talebindeki patlamayla birlikte yeni konut başlangıçlarının da hızla yükseldiğini gördük. Fakat son üç yıldır önce iç sorunlardan kaynaklanan ekonomideki yavaşlama sonra da küresel resesyon nedeniyle inşaat ruhsatı alınan daire sayısında yine düşüş var. 20- NÜFUS: İç talebi canlı tutuyor Nüfusun ekonomiyle alakası hem talep hem de arz kaynağı olmasında yatıyor. Nüfus artışı bir taraftan beslenmesi gereken boğaz sayısını arttırarak ekonomi için talep yaratırken, bir taraftan da üretime katılabilecek insan gücünü arttırıp arzın yükselmesi için ortam oluşturuyor. 1990 yılında nüfusumuz 55 milyondu. 20 yılda 17 milyon kişi daha arttık ve bugün 72 milyona dayandık. Yıllık nüfus artış hızı 1990’lı yılların başında yüzde 1.7 iken, bugün yüzde 1.2’ye düşmüş durumda. Nüfus artış hızının hala yüksek olması Türkiye’de talebi genelde canlı tutuyor. Fakat arz artışı açısından bu nüfustan yeterince yararlandığımızı söyleyemeyiz. Çünkü artan insan gücüne yeterli istihdam olanağı sağlayamıyoruz. 1990’lı yıllarda 1.5 milyon dolayında işsiz varken şimdi 3.5 milyon işsiz var.
ETİKETLER :
YORUMLAR (0)
:) :( ;) :D :O (6) (A) :'( :| :o) 8-) :-* (M)