Yazdır

Allah Allah diye taarruz eden ordu ateist olur mu

Tarih: 11 Nisan 2014 - 05:55

Ergenekon davasından tahliye edilen eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, orduya yapılan dinsiz suçlamalarına sert yanıt verdi

Eski Genelkurmay Başkanı emekli Org. İlker Başbuğ Milliyet Genel Yayın Yönetmeni Fikret Bila'ya önemli açıklamalarda bulundu. İşte Fikret Bila'nın Başbuğ ile yaptığı sohbet:

Ergenekon davasında tahliye olan eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ve eşi Sevil Başbuğ’la Fenerbahçe Orduevi yerleşkesindeki evlerinde yaptığımız sohbette konu ülke gündemindeki sorunlardı. Başbuğ’un önceliği kendisini de ilgilendiren yargı sürecinden çok, sıcak gelişmelerin yaşandığı bölgemizde Türkiye’nin ulusal çıkarları, bekası, ülke ve ulus bütünlüğünü ilgilendiren konulardı. Sorunlara yaklaşırken devlet adamlığı sorumluluğu içinde yaklaşıyor, Atatürk’ün uzgörü içinde çözüm getiren yenilikçi yönüne sık sık atıfta bulunuyordu.

İlker Paşa sohbet boyunca Türk Silahlı Kuvvetleri’ne kol kanat geren bir anlayışla konuştu. Cezaevindeki silah arkadaşlarının, ailelerinin, çocuklarının çektiği sıkıntıları aktarırken duygulandı, onlara sahip çıkmakla ilgili, özellikle henüz alt rütbedeki subayların zorluk içindeki aileleriyle ilgili örnekler verirken, “kendimi görevli sayıyorum” diye ekledi. Cezaevinden çıktığı günden bu yana en fazla ilgilendiği konu da buydu. Ankara’da kendisine sarıldıktan sonra bir mektup veren 10 yaşındaki Sabiha Gökçen Kışkan’dan ve mektubun içeriğinden söz ederken hem İlker Paşa’nın hem Sevil Başbuğ’un gözleri doluyordu.

Başbuğ’dan özeleştiri

Sohbetimizin detaylarına geçmeden İlker Paşa’nın davalara bakışını baştan aktarayım:
Başbuğ Paşa, Danıştay saldırısı ve Cumhuriyet gazetesine bomba atılması olaylarında yer alan sanıklar hariç Ergenekon davası sanığı silah arkadaşlarının suçsuz olduğuna inanıyor. Balyoz davasının çökmüş olduğunu kamuoyunun da anladığını belirttikten sonra, bu iki davayla gündemin alt sıralarında kalan “Casusluk davası”nın da özellikle Deniz Kuvvetleri ağırlıklı zorlama bir dava olduğu inancını koruyor. Basının ve kamuoyunun bu davanın da üzerine eğilmesi gerektiğini vurguluyor.

Dikkatimi çeken bir yön de İlker Paşa’nın olayları değerlendirirken TSK’ya yönelik haksız suçlamalara yanıt verdiği kadar, açık bir özeleştiri yapmasıydı. “Bizim de çelişkilerimiz, hatalarımız oldu” diyerek, sürdürdü özeleştirisini.

Din konusu

Eski Genelkurmay Başkanı Başbuğ, TSK’ya din konusunda haksız eleştiriler yöneltildiğini vurgulayarak değerlendirme yapmaya başladı. “TSK’ya dine uzak hatta dinsiz” diye yapılan eleştirilerin haksızlık olduğunu hatta zaman zaman psikolojik harekata dönüştürüldüğüne dikkat çekerek şöyle konuştu:

“Böyle bir şey olabilir mi? Ben daha önce de söyledim Peygamber ocağı dediğiniz bir kurumdur ordu. Dinsizlik söz konusu olabilir mi? Allah Allah diye taarruz eden bir ordudan, gemilerinin direğinde Kuran-ı Kerim bulunan bir ordudan söz ediyoruz. Bu TSK’ya yöneltilen en haksız eleştiridir. Türk ordusunu bu şekilde suçlamak kabul edilemez, bizler bu ocağın içinde büyüdük, yaşadık. Ben sorumlu olduğum her kademede çok hassas davranmış, gerekli imkanların sağlanmasına özen göstermişimdir.”

Başbuğ Paşa din ve inanç konusunu açıklarken “çok beğendiğim ve sık tekrarladığım bir söz vardır” diye devam etti :
“Savaşta, cephedeki mevzide ateist yoktur”
“Evet” dedi İlker Paşa, “bu söz doğrudur, mevziye girince kimse ateist olmaz, dua eder” diye ekledi.

Hatalarımız yok muydu?

Başbuğ, bu değerlendirmeyi yaptıktan sonra, “Peki bizim çelişkilerimiz, hatalarımız yok muydu” diye sordu ve şöyle devam etti:
“Evet, elbette vardı. Bizim de hatalarımız, çelişkili tutumlarımız vardı. Mesela şehidimiz olduğu zaman gidiyoruz, şehidimizin başı örtülü annesinin elini öpüyoruz, ona anne diyoruz, sarılıyoruz, acısını yürekten paylaşıyoruz. Ama o anneler yemin törenine geldiklerinde başları örtülü diye içeri almıyoruz. İşte bu bizim çelişkimiz ve hatamız. Bunu ben de görevli olduğum dönemde arkadaşlarımla konuştum. Bir çözüm bulmalarını istedim. Törende bir protokol bölümü olur, oradakiler görevleri gereği oradadır, ama annelerin, babaların törene katılacağı yer de olur. Keza bir başta çelişki, bir başka hata, cenazeye gidiyoruz ama namaz sırasında ayrılıyoruz ve kenarda duruyoruz. Bu da hatalı bir davranıştı. Sonra bu hatadan dönüldü.”

Ordunun milli vasfı

Başbuğ, TSK ile ilgili olarak yaşamsal derecede önemli bulduğu özelliklere de değindi. Başbuğ’a göre, TSK’nın en önemli özelliği “milli ordu” olması. İlker Paşa, geleceğe dönük olarak “TSK milli ordu vasfını kaybetmemeli” vurgusu yaparak, şöyle devam etti:
“Türk ordusu milli ordu olma vasfını kaybetmemelidir. Bir ordu milli ordu olma vasfını nasıl kaybeder? Üç şekilde kaybeder:
1 - Etnik farklılıkların girmesi,
2 - Mezhep farklılıklarının girmesi,
3 - Liyakatin kaybolması.
Eğer orduya bu farklılıklar girer, liyakat yerine başka ölçüler esas alınırsa, ordunun emir-komuta düzeni de, görevinin gerektirdiği yapısı da bozulur, dağınıklık başlar. Bu nedenle Türk ordusunun milli vasfını koruması, kaybetmemesi hayati önemdedir. En çok dikkat edilmesi gereken husus budur.”

3 iddia, 3 yanıt

Başbuğ, Ergenekon davası bağlamında şahsına ilişkin olarak yöneltilen üç iddiayı yanıtlarken, esasın siyasilerce de ifade edildiği gibi “kumpas”tan oluştuğunu da sık sık vurguladı.
Yargılanmasıyla ilgili şu değerlendirmeyi yaptı:
“Benim üzerime üç konuyla ilgili olarak geldiler. İddiaları şunlardı:
1 - Basın toplantısında boş olan LAW silahına “boru” dedi,
2 - İrticayla Mücadele Eylem Planı’na “kağıt parçası” dedi.
3 - İnternet andıcıyla internet siteleri kurdu.
Bu üç iddia da gerçek değildir. Bu iddialara dayanarak dava açıldı, terör örgütü üyesi denildi. Bu iddialar da suçlamalarda yasal ve hukuki dayanaktan yoksun, komik suçlamalardı.
Bir kere şunu söyleyeyim, o basın toplantısında neler dediğime tekrar tekrar baktım. Ben “boru” sözcüğünü kullanmamışım bile. Benim boş LAW malzemesini göstermekteki amacım, kullanılmış, içi boş bir LAW askeri malzemenin gömülmesinin, saklanmasının saçma olduğunu göstermekti. Bu işten anlayan biri, bir subay boş, kullanılmış bir sarf malzemesini gömmez, bunun bir daha kullanılmayacağını bilir. Bu malzeme bir defa kullanılır, onun için silah değil sarf malzemesi olarak adlandırılır. Bunu göstermek istedim. Bir SAT komandosu bunu niye gömsün, niye saklasın, zaten bu tür malzemeleri depolarında, kullanabilecekleri yerler de var. Fakat bunu dillerine doladılar ve bir suçlamaya dönüştürdüler.
İkincisi ben basın toplantısında İrticayla Mücadele Eylem Planı’na kağıt parçası dedim. Çünkü bir fotokopiydi. Ancak fotokopi diye ciddiye almamazlık da yapmadım. Ben bununla ilgili haber çıktığı gün askeri savcılığa bunu soruşturun dedim ve aynı gün soruşturma başladı.
İnternet siteleri meselesine gelince bildiğiniz gibi bu siteleri kapatan benim, yeni açılmış bir iki siteyi de kullandırmadım, aktif hale getirtmedim. Bütün olay bu. Bunların belgeleri, tarihleri de belli zaten.”

Yargılama süreci

İlker Paşa, bütün yargılama süreci için üç kritik nokta bulunduğunu ve bunların aydınlatılması halinde resmin bütününün ortaya çıkacağını düşünüyor. Bu noktaları şöyle ifade etti:
“1- Birinci konu Erzincan’daki olaydır. İlhan Cihaner olayı olarak biliniyor. Erzincan’da başsavcı olarak yürüttüğü soruşturma çok önemli. Erzincan’da ne oldu sorusunun cevabını bulmak gerekiyor.

2- İkincisi Kayseri’deki bir soruşturmadır. Pek kamuoyunun gündemine gelmedi. Orada garnizon komutanın bir genelge yayımlayıp askerlerin bazı yerlere gitmelerini yasakladığı ifade edildi. Bu konu soruşturuyordu. Bu tahminin gerçek olmadığı anlaşıldı. Garnizon komutanının öyle bir genelgesi yok. Orada ihbarda bulunan sivil kişiler vardı. Bunlar kimlerdi? Bunlar bulunamadı. Kaçtılar. Bu konunun da aydınlığa kavuşturulması gerekiyor.
3- Üçüncüsü Gölcük’te bulunan CD meselesidir. Bu CD’yi ve diğer malzemeleri oraya kim veya kimler koydu?
Bu açıklığa kavuşursa, sürecin ne olduğu da ortaya çıkar.”

İhbar eden subay nerede?

Başbuğ’un dikkat çektiği bir konu da İrticayla Eylem Planı’nın imzalı halini İstanbul Başsavcılığı’na bir ihbar mektubuyla gönderen kişinin kim olduğu. Bu konuda şöyle konuştu:
“Eylem Planı’yla ilgili haber 12 Haziran 2009’da yansıdı. Ben aynı gün askeri savcılığa soruşturun dedim ve soruşturma başladı. Eldeki belge fotokopiydi. Sonra ekim ayında biri ıslak imzalı belgeyi ihbar mektubuyla savcılığa gönderdi. Ayrıca belgeyi 12 Haziran günü dosyadan aldığını söyledi. Bu kişinin bir subay olduğu anlaşılıyor. Peki 12 Haziran’da bu ıslak imzalı belgeyi edindiyse ekim ayına kadar niye bekledi? Kaldı ki, bu ihbarcı tanık olabileceğini, mahkemeye gelip anlatabileceğini söyledi. Ama tanık olarak çağrılmadı? Neden? Madem davanın esasını oluşturan belgeyi gönderdiğini ve tanık olabileceğini söylüyor neden çağrılmadı? Bu soruların cevapları da çok önemlidir.”
Başbuğ, Ergenekon ve Balyoz davalarına göre arka planda kalan ama en az onlar kadar mağduriyet yarattığına inandığı bir davanın da İzmir’de görülen ve kamuoyuna “Casusluk davası” olarak yansıtılan dava olduğunu söyledi, şu değerlendirmeyi yaptı:

‘Tıpkı kozmik oda gibi’

“Bu davada 350 kişi var, bunların 316’sı subay. Aralarında 9 tane de general ve amiral var. Büyük ölçüde Deniz Kuvvetleri’ni hedef alan ve mağdur eden bir dava. Bu dava da esas itibarıyla Balyoz’da, Ergenekon’da örnekleri görüldüğü gibi dijital düzmece verilere dayanıyor. Bu davayla ilgili ihbar da yine ABD’den eposta ile gönderilmiş bir ihbar mektubuna dayanıyor. Tıpkı kozmik oda olayında olduğu gibi ABD’den gönderilmiş bir e-posta. Kozmik odaya varan süreçte Çukurambar’da içinde şüpheli şahısların bulunduğu ihbarına dayanıyordu. Hadi arabadan ve içindekilerden şüphelendiniz ama Bülent Arınç’a suikast yapabilirler iddiasını nasıl çıkardınız ve oradan kozmik odaya kadar geldiniz? Ayrıca önce soruşturmayı başlatan savcı bir suç unsuru bulamıyor. Ve o savcı hemen görevden alınıyor. Yerine gelen savcı ise geldiği günün ertesinde daha dosyayı inceleyemeden operasyonu başlatıyor.

‘Babasını ziyaret edeceğim’

Bu davada çok sayıda alt rütbedeki subay mağdur durumda. Henüz gençler, çocukları küçük. Aileleri zor durumda. Maddi olanakları sınırlı. Bu subaylarla, aileleriyle, çocuklarıyla ilgilenmek de bizim görevimiz. 18 Nisan’a İzmir’e gideceğim. Cezaevinde silah arkadaşlarımı ziyaret edeceğim. Tabii sessiz çığlık olarak anılan aileleri ziyaret edeceğim. Bana Ankara’da sarılarak o mektubu veren 10 yaşındaki kızımız Sabiha Gökçen Kışkan’ın babası binbaşıyı da ziyaret edeceğim.”

‘Arkadaşlarıma üzülüyorum'

Başbuğ Paşa, cezaevindeki arkadaşları için üzüldüğünü de sık sık belirtti. Özellikle askeri liseden sınıf arkadaşı olan Hurşit Tolon’un tahliye edilmemiş olmasına dikkat çekti. Tolon’un bir konferans için gittiği Malatya’da Zirve cinayetleri olayına sokulmak istenmesine tepki gösteriyor.

Atatürk kitabından film

İlker Paşa’nın projeleri arasında cezaevinde yazdığı Atatürk kitapları var. (20. Yüzyılın En Büyük Lideri: Mustafa Kemal, 20. Yüzyılın En Büyük Lideri: Atatürk). Yazdığı kitaplar içinde en çok Atatürk kitabını önemsediğini vurgulayan Başbuğ, bu kitaptan yazılacak bir senaryo ile Atatürk’le ilgili bir film veya dizi film çekilebileceğini düşünüyor. Bu konuyla ilgili önerileri değerlendiriyor, bazı temaslar sürdürüyor.

Sayın komutanım, bize niye kıydılar!

Babam “Askeri Casusluk” davasında yargılanıyor. Babamı oraya tıktılar sonra da unuttular. Artık babamı rüyalarımda görebiliyorum. Ancak rüyalarımda gezebiliyoruz, kitap okuyoruz, yemek yiyoruz.
Bu olay kardeşime de yansıdı. Gece eğer apartmanın kapısından birinin girdiğini duyarsa “Babam geldi!” diyerek evimizin dış kapısını açıyor. Babamı göremeyince de sabaha kadar baba diye ağlıyor. Onu zor susturuyoruz. Aynı şey benim içinde geçerli. Zil çaldığında büyük bir coşkuyla açıyorum. Babamı göremeyince de hayal kırıklığına uğruyorum. Sınıfta gülüyorum, seviniyorum ama içimde bir boşluk var. İçim kan ağlıyor. Annemin işindeki çilesi hiç bitmiyor. Hem bu olayın üzüntüsü, hem iş çilesi o iyi, anlayışlı, içten anneyi götürüyor. Yerine duygusal ve hep üzüntülü bir anneyi getiriyor. Ama ben onu anlıyor ve seviyorum. Ben sadece 10 yaşındayım, kardeşim 4 yaşında. Ama çok büyüdük, çok acılar çektik ve hâlâ çekiyoruz.
Hafta sonları babasıyla gezen birini görünce içim acıyor, dışarı çıkamıyorum. Oyun oynayamıyorum, gülemiyorum. Babama niye böyle oyun yaptılar, niye suç attılar? Gizli belge diyorlar, ne demek ki bu?  Gizli şeyler kasalarda, korunan yerlerde olmaz mı? Benim babam hep başka yerlerde görevlerdeydi. Buralarda kasalar var mı ki babam bunları alsın?
Babam hiç evimizde olmadı, hep işi için uzaklardaydı. Ben sadece o aradığı zaman telefonla görüşebilirdim. Çok özlerdim ama ona sarılamazdım. Şimdi daha çok özlüyorum. Çünkü 2 yıldır hiç evimize gelmedi. Evde hiç kucağına oturup televizyon seyredemedim.  Küçüklüğümden beri resimlerine bakar, ağlar, resimlerini öperdim.
Babamın belgesi olsaydı çok parası olurdu. Ama bizim hiç çok paramız olmadı. Hele şimdi hiç yok. Bana ait bir odam bile yok. Bir çalışma masam, bir dolabım bile yok. Çok paramız olsaydı bunlar olurdu.
Babama yalan attılar, iftira attılar. Ama sadece onu değil, kardeşimi ve beni mahkûm ettiler, annemi mahkûm ettiler. Bizi cezalandırdılar.
Babam varken arkadaşı olanlar şimdi hiç gelmiyorlar, hiç aramıyorlar. Babamı unuttular, bizi unuttular. Babam onlara ne yaptı ki onu cezalandırıyorlar, bizi cezalandırıyorlar. Ama babam onları hep seviyordu, ciğerim diyordu, komutanım diyordu. Babam varken bizi hep arayanlar artık aramıyorlar. Babama yoksa onlar mı kıydı, onlar mı kötülük yaptı?
Biz babamı çok özlüyoruz. Ona hep hasrettik hep özledik, hâlâ hasretiz hâlâ özlüyoruz.
Babamsız bir hayal olmuyor. Lütfen babamız yanımızda kalsın. Onu çok seviyoruz. Bize kıymayın artık. Babamızı bize verin. Onsuz hayallerimiz olmuyor. Hayallerimize kıymayın, BİZE KIYMAYIN !

 Sabiha Gökçen Kışkan
 Binbaşı Merdin Kışkan’ın Kızı
Site adresi: https://www.finansingundemi.com/haber/allah-allah-diye-taarruz-eden-ordu-ateist-olur-mu/411728