İstanbul'da sevdiğim semtler (2)
Tarih: 20 Şubat 2010 - 14:48
Benim yitirdiğim İstanbul, hepi topu otuz, bilemediniz otuz beş yıl öncesinin İstanbul'u. Otuz beş yıl öncesini sadece 'hatırlamak', otuz beş yıl öncesinden bugüne bir şeyleri koruyamamış olmak, neyin göstergesi, herhalde tartışmaya değer.
Galatasaray'da okurken Üsküdar'a daha sık gitmeye başladım. Çünkü sevgili okul arkadaşım Yaşar İlksavaş, İhsaniye'de oturuyordu. Vapurdan indikten sonra İhsaniye'ye hep yürürdüm.
Üsküdar anıları arasında, İhsaniye'ye yürüyüşler sırasında karşıma çıkmış bir... Ahmet Yüksel Özemre'nin güzel kitabındaki imlayla yazayım, 'attar' dükkanının camekanı hala gözümün önündedir. Eskilerden kalma zamanı bu camekan birdenbire bugüne, şimdiye getirirdi.
İçerdeki alçakgönüllü, kapısı herkese açık aktarın büyük bir sanatkar olduğunu Yaşar'la ne zaman keşfettik, hatırlamıyorum şimdi. Fakat Üsküdar benim için belleğim buruşmadıkça biraz da Mustafa Düzgünman olarak kalacak.
Ekim 1990 tarihli Argos dergisinde yayımlamıştım. Handiyse yirmi yıl! Başkaları için geçip gitmiş olabilir. Bende o sanatkarla yaşıyor. Çiziktirmemi alıntılıyorum.
"Mustafa Düzgünman'la birlikte ebru sanatı yaşayan son büyük ustasını yitirdi. Sonbaharın birdenbire başladığı bir günde bizden ayrılan, bizi bırakan 'usta' yaşadığı dünyayı belki de çoktan terk etmişti.
Mustafa Düzgünman'ı Üsküdar Çarşısı'nda İmrahor girişindeki küçük aktar dükkanında ziyaret edeli öyle çok yıllar var ki... Yaşar İlksavaş'la brlikte bu mucizeli, keskin rayihalı dükkana sık sık gittiğimiz günlerde ortaokul öğrencisiydik; orayı, o zamanlar İhsaniye'de oturan Yaşar keşfetmişti.
Mustafa Düzgünman her biri yetkin sanat eseri olan ebrularını yeniyetme bizlere göstermiş, armağan etmiş, yalnızca boya ve kağıt ederi karşılığında 'satmıştı'. Alımsatımlar dünyasında sanat eserinin hiçbir pahayla satın alınamayacağını sonraları düşünebilecektim, aktar dükkanına uğramadığımız günlerde, yalnızlık gelip çatınca.
Geçtiğimiz küçük sınav: Mustafa Düzgünman ebruları ne yapacağımızı soruyor, ilk gün, ilk karşılaşma.
'Ebru çiçeklerini çocukken rüyamda görürdüm' diyorum. Çünkü ebruları ne zaman nerede gördüğümü hatırlayamamıştım. Son usta 'Onlar da zaten eski rüyalarda kaldı...' diyor ve bize istediğimiz ebruları alabileceğimizi söylüyor.
Bir de harçlıklarımızı soruyor: Geçtiğimiz büyük sınav...
Kitreli suya dökülüşen renkler; tekne başında sabır ve çile üzerine kurulu bir ömür. Ama çocuklar lalelerin, karanfillerin, gelincik ve papatyaların rüyasını başka nasıl görebilirler ki!
Ebru: Yeryüzünün en alçakgönüllü sanatı. Ustası kalmadı."
Demek, Üsküdar'da Bir Attar Dükkanı'nı Yaşar keşfetmiş. Kıskançlığımdan unutmuşum...
Günümüzün, ebru sanatına ruh üfleyenleri, "Ustası kalmadı" deyişime dilerim alınmazlar. Ne var ki, Düzgünman'ın ebruları hem bir yeniyetmenin gördüğü 'ilk' ebrulardı, hem de bir daha geri dönülemeyecek bir çağın ruhunu özümsemiş ebrulardı.
Ebrular ustasının, 1960'larda çoktan değişmiş, gözünü çoktan hırs, para pul, şahsî yükseliş, şahsî çıkar bürümüş toplumunda yaşayıp gidişi, kendini feragatten ötesine kapalı tutuşu, bugün de 'sır' benim için.
Üsküdar'dan İhsaniye'ye yürüyüşlerim gibi, Boğaziçi'nde yürüyüşler de çok hoşuma giderdi. Bunlardan birini, Attila İlhan'la Maçka'dan Emirgan'a yürüyerek gidişimizi yazdım.
Attila İlhan, Boğaziçi'ni çok severdi. Hiç değilse bir yaz, Boğaziçi'nde deniz kıyısında bir evde oturmak, pek de söze dökmek istemediği özlemiydi. Kimlerin bol paralar saçarak oturduğu Boğaziçi'nde, Attila İlhan, son yaz, Kanlıca'nın yalı apartmanının daracık katında oturdu ve orada öldü.
Ben sadece yürümeyi seviyordum, belki önünden geçtiğim evlerde, yalılarda, bu 'restore edilmiş' mimaride hep eskiyi düşlediğimden. Zaten, 1950'lerin sonundan hatırladığım Boğaziçi, hem Rumeli yakasında hem Anadolu yakasında, Refik Halid'in saptamasıyla "harap" ve modası geçmiş Boğaziçi'dir.
Yurda döndükten sonra, arada bir İstanbul'u bir uçtan bir uca gezen Nilgün romancısı, ikinci büyük savaşla birlikte, Boğaziçi'ni büsbütün yıkık yıprak görür. Avuç dolusu para isteyen yalı yaşaması, bastıran yoklukta çökmeye yazgılıdır. Etkisi sürmüş olmalı ki, yeni zaman sosyetesinin eline geçinceye kadar, Boğaziçi sahilde ve sırtlarda adeta ölgündü.
Galiba o ölgünlüğü, kıyısından köşesinden, yine tadarım umuduyla gezinip dururdum.
Düşünüyorum da, bu gezintilerimden bende ne kalmış? Tarabya sırtlarında sonbahar ortalarına kadar ısrarla çiçek açan, mevsimlere meydan okuyan yaşlı manolya ağacı kalmış: Tarabya Oteli'nin oraya gelince, döner, bakakalırdım. Kireçburnu'ndaki gizemli bahçe sera kalmış: O kadar severdim ki, yolum oraya yaklaştıkça heyecanlanırdım.
Bugün sadece, Büyükdere-Sarıyer arasındaki 'harabe' Kocataş Yalısı gönlümü okşuyor. Bakımsızlıktan gün gün göçen, Rus Sefareti yazlık evine de göz atmadan geçemiyorum...
Gelelim Boğaziçi kıyılarında 'yalı apartman'lara. 1950'lerden sonra ortaya çıktılar sanıyordum. Geçen gün 'O Karanlıkta Biz'de rastladım; Attila İlhan, yalı apartmanların tarihini 1940'lara çekmiş. Kendine özgü Boğaziçi mimarisini yok eden gözü dönüklüğü vurgulu bir istihzayla saptıyor:
"Ankara, Berlin'le uzlaştı; Wehrmacht, Sovyetler'e saldırmayı, Almanya'nın çıkarlarına daha uygun gördü: İstanbul'da geniş bir nefes aldılar. Meğer Abdi Bey de korkarmış, Akıntıburnu'ndaki yazlık katı bir türlü kiralamayışı, bundan, ne olur ne olmaz, ya Alman'lar gelirse!
Tehlikenin geçtiği kesinleşince, evi tuttu: Üç senedir yazı orada geçiriyorlar, şipşirin bir apartman, çok da modern; perdeleri bir çekiyorsun, olanca deniz, martı, güneş, balıkçı sandalı içeriye doluyor; geceleri, balkonda mehtap safası, radyoda 'sihirli kemanlar' başlamıştır; kadehte buzlu rakı, Boğaz'da, pat pat Karadeniz'e çıkan takalar, sanki gümüş."
Akşamüzeri Gezi Pastanesi'nde Doktor Ayhan Hanım'a söylemedim ama, son yirmi yılın İstanbul'unda pıtrak gibi çoğalan yeni semtler, yeni 'konak'lar, yeni alışveriş merkezleri, yeni dünyalar gönlümden ırak.
Tanpınar, Beş Şehir'de "İstanbul"a su sesleriyle başlar. Arabistan'da tanıdıkları yaşlı bir kadın ikide birde "İstanbul sularını" sayıklamaktadır: "Çırçır, Karakulak, Şifa suyu, Hünkar suyu, Taşdelen, Sırmakeş..."
Bugünün İstanbul'unda bu sesleri duymak imkansız. Her biri plastik şişelerde, bir litrelik, beş litrelik, ikili altı litrelik, 'market'lerde...
İstanbul'u önemsemiş seyyahlar, şehrin günün birinde büyük değişimlerle görünümünü yitireceğinden ürkmüşler. Çoğu şair bu yabancı seyyahların. Şair Tanpınar ise, daha gerçekçi davranmış, "bir şehrin" nesillerden nesillere değişeceğini kabul etmiş. Elbette, diyor, XV. asrın İstanbul'u başkaydı, Tanzimat İstanbul'u daha başka. Yüzyıllardan söz açıyor.
Benim yitirdiğim İstanbul, hepi topu otuz, bilemediniz otuz beş yıl öncesinin İstanbul'u. Otuz beş yıl öncesini sadece 'hatırlamak', otuz beş yıl öncesinden bugüne bir şeyleri koruyamamış olmak, neyin göstergesi, herhalde tartışmaya değer.
ZAMAN / SELİM İLERİ
Site adresi: https://www.finansingundemi.com/haber/istanbulda-sevdigim-semtler-2/269324