VOLKAN KARSAN – FINANSGUNDEM.COM / KAZANDIRAN SOHBETLER
Gösteri sanatları için asıl mevsim sonbahar ve kıştır. Yeni oyunlar, müzikaller sahneye koyulur, hayatımızın vazgeçilmezi olan televizyonda yeni diziler başlar. Bu konuda sanat dünyasında neler olduğunu 40 yıllık tiyatro, sinema ve dublaj sanatçısı Özden Özgürdal ile konuşmak istedik. Özgürdal’ın bir özel yanı da bir anıt ismin yaşatıldığı çok önemli bir çalışmada yer alıyor olması.
Yolu Milliyet’ten geçen gazeteciler için rahmetli Altan Erbulak’ın yeri bambaşkadır. Özgürdal da eşi Ayşe Erbulak ile Erbulak Evi kapsamında gençlere tiyatro sevgisi ve eğitimi veriyor…
“ÇOK KÜÇÜK YAŞLARDA SETLERİ GÖRMEK, SETLERDE USTA ÇIRAK İLİŞKİSİNİN ŞAHİDİ OLMAK, ONLARI GÖZLEMLEMEK , O MERKEZİN İÇERİSİNDE OLMAK EĞİTİMDEN ÖTEYDİ AÇIKÇASI”
- Sohbetimize başlarken Özden Özgürdal’ın sanat yaşamını bir özetleyelim mi?
- Öncelikle şu üç sorunun sorulmasını çok sevmiyorum, sanat hayatınıza nasıl başladınız, neden tiyatro, anınız var mı?.. Geçen gün bazı sanatçı dostlarımızla bir araya geldik. Bunu bu şekilde değerlendirdik. Zaten tiyatronun içinde olan bir insanın anısının olmaması diye bir durum söz konusu olamaz.
Ben şanslılardanım. Bu coğrafyada yaşıyorsanız özellikle de hevesiniz varsa, yapmak istediğiniz şey tiyatro ve sinemaysa biraz merkezinde hareket etmek durumundasınız. Ben de tam merkezine doğdum. Beyoğlu çocuğuyum. Hal böyle olunca Beyoğlu, adeta bana “istikamet burasıdır” dedi.
Beni buna iten sadece Beyoğlu değildi, daha çok küçük yaşlardan bu yolda ilerleyeceğim biliyordum. Dönemin tüm önemli isimlerinin ikamet ettiği bir yerde yürüyor olmak, onlara bir merhaba demek zaten yetiyordu da artıyordu. Bir de önemli bir istasyon vardı Beyoğlu'nda, Yeşilçam…
Hâl böyle olunca çok minik yaşlarda şekillendi. Çocuk oyunculuk diye bir durum söz konusu oldu. Çok küçük yaşlarda setleri görmek. Setlerde -şu an artık pek olmayan- usta çırak ilişkisinin şahidi olmak, onları gözlemlemek , o merkezin içerisinde olmak eğitimden öteydi açıkçası.
Ben bunu yapabilirim, benim yaşamımın biçimi bu olur dediğim yaşlarsa 14-15 yaş gibi oldu. Çocuk oyunlarıyla başlayan ve halihazırda değerli üstadımız, babamız, Altan Erbulak ismini yaşattığımız Erbulak Evi ile devam ettirdiğimiz süreç içerisindeki yolculuk 40 senelere ulaştı.
Sohbetimizin tiyatro temelinde başlıyor olması beni gerçekten çok mutlu ediyor. Çocukluğumdaki o setlerde gördüğüm değerli ustalar da zaten çoğunlukla tiyatro kökenli oyunculardı. Dolayısıyla eğer onlardan da bir şey öğrenmiyorsan ya da öğrenmek gibi bir çaban yoksa hiç kimseden öğrenemezdin açıkçası.
Rahmetli babamın kuru temizleme dükkanı vardı. Dükkanın önünden Renan Fosforoğlu geçiyor, diğer taraftan Cevat Kurtuluş geliyor. Bir arka paralelinde İsmet Ay oturuyor. Adile Naşit'ler, Mürüvvet Sim’ler, Turgut Özatay’lar çok önemli ablalar ağabeylerdi, bu anlamda çok şanslıydım.
“BENİM YAŞIMLA PARALEL DÜŞÜNDÜĞÜMÜZDE TELEVİZYON DAHA SONRA ŞEKİLLENDİ AMA O DÖNEM BU İŞLE UĞRAŞAN EMEKÇİLER VE SANATÇILAR ADINA ÇOK ÖNEMLİ BİR KAPI OLDU”
- Bu 40 yıl öncesine baktığımız zaman çocuk tiyatrosu gibi radyo tiyatrosu da önemli bir başlangıçtı değil mi?
- O dönem için, oyunculuk sadece tiyatro yaparak şekillenebilecek bir durum değil. İstediğiniz kadar bunun eğitimini alın, tabii ki konservatuvar veya çeşitli eğitim kurumları safhasında bir süzgeçten geçiyorsunuz ama bunun radyo kısmı da var, seslendirme kısmı da var. Benim yaşımla paralel düşündüğümüzde televizyon daha sonra şekillendi ama o dönem bu işle uğraşan emekçiler ve sanatçılar adına çok önemli bir kapı oldu. O zamanın dizileri yine bu saydığımız ustalar sayesinde kimlik buldu.
Çok yönlü baktığımızda dönemin TRT’sini es geçmek istemem, hepimiz için bir okuldu.
Bir damlacık çocuğum, şunu hatırlıyorum. Tek bir repliğim var, “buyurun efendim” diyeceğim bunun hakkını vererek söylemek durumundasın. Çünkü başında bu işin ustaları dikiliyorlar. Senin orada bir yanlış tonlama, vurgulama yapabilme şansın yok. Tabii dijital olmayan makaralı dönemler çok prova şansın yok ya da provayı bir kere yapıyorsun. O provadan sonra kayıtta dönüş şansın da yok. Bu bağlamda düşündüğümde Türkçe'nin kullanımı, kulis adabı vesaire her biri kendi içinde bir eğitim zaten. Radyo tiyatroları bu anlamda günümüzdeki halihazırda yaşayan birçok sanatçıya hakikaten okul olmuştur.
Birçok karakteri konuştum ama ben koyu bir Alev Sezer hayranıyım. Seslendirmede stüdyolarında karşılaştığımızda da bu adamların gözünün içine bakıyoruz. Alev Sezer, Pekcan Koşar, Toron Karacaoğlu bunlar müthiş sesler.
“BİR DÖNEM, O GÜNKÜ YAŞIMDAN ÇOK YAŞLI KARAKTERLERİ KONUŞMAYA BAŞLADIM, AYNI ŞEKİLDE YAŞIM İLERLEDİĞİNDE DE GENÇ KARAKTERLER KONUŞTUM, BİR DE GIRTLAK YAPARAK DA KONUŞUYORUZ, ÖRNEĞİN ZENCİ GIRTLAĞI…”
- Buraya bir virgül koyup, Türkçe için daha sonra önemli bir parantez açmak üzere başka bir konuya geçelim. Günümüzde bazı eski dizi ve filmler karşımıza çıktığı zaman hemen kulağımız Saadettin Erbil'i, Mücap Ofluoğlu’nu, Toron Karacaoğlu’nu algılıyor. Sizin de öyle bir sesiniz var. Karakteristik ve seslendirdiğiniz karaktere can veren ve hatırlanan bir sesiniz var. Canlandırdığınız ünlü karakterlerden örnek verebilir misiniz?
- Okullardan aşama aşama geçtim. Örneğin bir dönem, o günkü yaşımdan çok yaşlı karakterleri konuşmaya başladım. Aynı şekilde yaşım ilerlediğinde de genç karakterler konuştum. Beni istediğin yere çekebiliyorsun. Bir de gırtlak yaparak da konuşuyoruz. Örneğin zenci gırtlağı…
Birçok karakteri konuştum ama ben koyu bir Alev Sezer hayranıyım. Seslendirmede stüdyolarında karşılaştığımızda da bu adamların gözünün içine bakıyoruz. Alev Sezer, Pekcan Koşar, Toron Karacaoğlu bunlar müthiş sesler.
Onların o dönem başarılı işleri içerisinde “Ah ileride ben de bunları konuşacak mıyım” dediğim yıllar… Sonra ikinci kayıt dediğimiz bir dönemde Bonanza gündeme geldi. Orada daha önce Alev Sezer’in seslendirdiği Küçük Jo’yu konuştum. Bu bana adeta ödül oldu.
“AMA KABUL EDELİM Kİ BİRÇOK ŞEY DEĞİŞTİ, TÜRKÇE DE DEĞİŞTİ, HATTA BUNUN ‘ŞİMDİ HEPİMİZ ZEKİ MÜREN TÜRKÇESİYLE Mİ KONUŞACAĞIZ’ DİYE ÇOK DAHA ESPRİLİ BİR AÇIKLAMASI VAR”
- Türkçe konusuna dönersek, bugünkü Erbulak Evi çalışmasında yeni nesillere bir şeyler aktarmak olarak da görürsek, Türkçe herhalde en önemli unsur oluyor değil mi? Savunuculuğunu yaptığınız bir konu…
- 2014 yılında Ayşe ve Sevinç ile yola çıkarken, açıkçası bir şeyleri de koruyalım istedik.
Alt tarafı bir kurs olsun demedik zaten hiçbir şeyin alt tarafı pek hoş değil, ilgileneceksen asıl onun üst tarafıyla ilgilenmen lazım. Çünkü bu çok ciddi bir sorumluluk. Yaşadığın ülkenin dilini doğru konuşmak gibi bir zorunluluk olmalı. Bu olmadığı zaman ileride hangi mesleği yaparsan yap -illa aktör olmak durumunda değilsin- hitabet çok önemli...
Bunun olabildiğince doğru konuşulması, doğru ifade edilmesi gerekir diye düşündük ve “acaba kabul eder mi etmez mi” endişesini de taşıyarak, -birkaç yıl önce kaybettiğimiz, şu an saygıyla, sevgiyle ve özlemle anıyorum- Toron Karacaoğlu’na teklif götürdük. Eğitim kurumumuzu açtığımızda ilk diksiyon hocamız onun olmasını istedik. O da kabul etti. Tabii Toron hoca gibi üstatlar, o dönemin Türkçesi diye adlandırıyorlardı.
Ama kabul edelim ki birçok şey değişti, Türkçe de değişti. Hatta bunun “Şimdi hepimiz Zeki Müren Türkçesiyle mi konuşacağız” diye çok daha esprili bir açıklaması var. O bir üstat ama o Türkçe’yi de muhafaza etmek mümkün değil. Ben yaşayan dil olarak sadece biraz dikkatli olmamız gerektiğini düşünüyorum. İtinalı olmak, özenli olmak lazım diye düşünüyorum. Türkçe güzel bir dil, birçok konuda erozyon olduğu gibi dilimizde de oldu.
Çeviri de çok ciddi bir sorun. Biz eskiden o çevirinin çerçevesinde kendi doğalımızı bulabiliyorduk, yaşayan bir dil kullanmaya çalışıyorduk ve onları kendi yöntemlerimizle biraz değiştirmek durumunda kalıyorduk. Seslendirmeyi okumak olarak değil de oynamak olarak ele alırsanız yani ses oyunculuğu dediğimiz bir yerden bakarsanız o zaman her şey güzelleşiyor.
Her dönemin kendi Türkçesi var oldu. Bir ara DJ Türkçesi, VJ Türkçesi, sunucu Türkçesi, spiker Türkçesi günümüzde çok daha farklı.
Bize gelen 7 yaş ya da daha büyüklere ne kadar ne anlatabiliyorsak onu yapıyoruz. Biz buna eğitim demiyoruz, daha çok bilgi paylaşımı diyoruz. Biz de onlardan öğreniyoruz. Çünkü bugün sizin alt tarafı çocuk dediğiniz birdenbire üst tarafı başka bir insan olarak karşınıza çıkıyor ve onlar da size öğretmeye başlıyorlar.
Dijital çağ dediğimiz zamanda Türkçe de kelimeler de değişikliği uğradı. Nasılsınlar NBR, merhabalar SLM oldu. Kısaldık, her şey kısaltılıyor artık.
Tiyatro seyircisi yüzde olarak oldukça düştü, Türkiye nüfusunda bunun karşısında korkunç bir grup dizi seyircisi var. Dizi seyircisi de yeni gelişmelerle ulusal kanallar dizisi seyircisinden platformlar dizisi seyircisine evrildi?
Bu arz talepler kişiye göre değişir, bakış açısı… Sağlıklı gelişenine lafım yok. Ama tabi şimdi bu arzlar talepler neye göre, kime göre oluştu dersek bu röportaj yetmez. Sektörümüzün genel yapısı içerisinde yapılan her eylem her pratik dönemine ait… İsteseniz de onu başka bir zamana taşıyamıyorsunuz. Kişinin bunu yaparken kendisiyle barışık olması lazım, siz ne yaparsanız yapın değişiyor.
Dizi dediğimiz işin ticari kısmını da göz önünde bulundurmamız lazım ki dünyada Türk dizileri izleniyor. Öyle olunca birçok insan ekmek yiyor. Nitelik nicelik konusuna girdiğimizde bazı şeyleri kabul etme zorunluluğu doğurur mu? Hayır.
Bir iş yapılacaksa, biraz da etiğine göre biraz da doğrusuna göre yapılmalı. Ama şimdi bu doğrular eğriler günümüzde artık birbirine karıştı. Örneğin, yapımcılar tiyatro kökenli oyuncularla çalışmak istiyor ama sanatçı ‘benim bu hafta oyunum var’ derse iş gerçekleşmiyor. Tiyatro kökenli oyuncularla çalışmak isteyip oyunum var dediğinde tiyatro yapman istenmiyor gibi çelişkiler var. Kastların şekillenmesini ilişkiler belirliyor. Çok programlı olmak ve disiplin gerekiyor. Aslına bakarsanız, son 4-5 yıl için tiyatro adına bir umudum var, harika gençler geliyor ve bu gençleri de gerçek anlamda destekleyen bir seyirci topluluğu var. Burada değişen çağa ayak uyduran repertuarları da eklemek lazım.
Bu arada seyircinin biraz kafası karışık. Dizi mantığıyla salondan içeriye girdiği ve beklentisini buna göre sevk ettiği için afişte oyunu kimin yazdığı, kimin yönettiği, koreografisini kimin yaptığı onu açıkçası çok da fazla ilgilendirmiyor. O sahnede gördüğü popüler fotoğrafa şartlanarak salondan içeriye giriyor. Bu çok sevimli bir durum değil. “Orada falanca dizide çok beğendiği bir oyuncuyu beşinci sırada yakından seyrettim” demek midir tiyatro, yoksa ne anlattığı nasıl anlattığı ve o ekip çalışması içerisinde hangi konuyu seyirciye nasıl ulaştırdığı, o duyguyu nasıl verdiği midir? Bunu tabii ki de tartışmak lazım. Ama böyle bir seyirci profili yaratıldı.
“KİŞİ EVE YORGUN GELİYOR EKRANDA İZLEYECEĞİ AYAĞINA GELMİŞ OLUYOR, BİRÇOK AYGITTAN DİZİYİ İZLEYEBİLİYOR, BU NEDENLE VE BİRÇOK PİYASA KOŞULU NEDENİYLE SANATÇI DİZİDE OYNAMAK ZORUNDA”
- Okurlarımızın bu kışı çok daha yoğun dizi izleyerek geçireceğini varsayarsak diziler, sanat dünyamız açısından size umut veriyor mu?
- Kişi eve yorgun geliyor ekranda izleyeceği ayağına gelmiş oluyor, birçok aygıttan diziyi izleyebiliyor. Bu nedenle ve birçok piyasa koşulu nedeniyle sanatçı dizide oynamak zorunda. Meslektaşlarımı anlıyorum ve kendim de böyle bakıyorum. Ama dizinin de bir garantisi yok. Reyting diye bir konumuz var. Projenin bir akışı var oyuncu o akışa göre bütün planını, programını, bütçesini hazırlıyor. Fakat üçüncü bölümde olmadı diyorlar. Seyirci beğenmedi, ilk 10'a giremedi denince tekrar eve dönmek durumunda kalınıyor. Sanatçının çünkü çalıştıkça var olmak gibi bir durumu var.
Bizim çığlıklarımıza cevap daha yeni yeni verilmeye başlandı. Oyunculuk sendikası, telif hakkı gibi çığlıklarımız vardı ki hâlâ var. Ben çocuktum sette o zaman bunlar konuşuluyordu. Bu yaşa geldim hala konuşuluyor. Telif hakkı açıkçası ciddi bir sorun sonuçta.
Bir de şu konu var, yolda soran oluyor “niye diziyi bitirdiniz” diye. Biz bitirmedik siz bitirdiniz demek lazım çünkü seyretmediniz.
Beylik bir laf vardır: Seyirci de kalmadı. Tiyatro salonuna gidilirse sen seyirci olarak görevini yerine getirirsen tiyatro bitmez. Çünkü bu işler al gülün ver gülüm karşılıklı olabilecek işler televizyon da öyle dizi de öyle film de öyle. Yapılan işlerin artık daha kaliteli bir zemin içerisinde olduğunu düşünüyorum…
“BİZ BOSTANCI’DA BAHÇELİ ESKİ BİR KÖŞKTE BAŞLADIK, BURASI BİR EV, BİR DE ERBULAK SOYADI VAR, ERBULAK EVİ OLSUN DEDİK VE ÖYLE YOLA ÇIKTIK, BU KADAR ŞEKİLLENECEĞİNİ BU KADAR YOL ALINACAĞINI BİZ DE DÜŞÜNEMEDİK”
- Ve Erbulak evi… Benim gibi geçmişinde Milliyet olan gazeteciler için Altan Erbulak ağabeyimiz çok önemlidir. Nur içinde yatsın… Nasıl başladı Erbulak Evi?
- Biz Bostancı’da bahçeli eski bir köşkte başladık. Akademi gibi laflar çok iddialı geliyordu. Aramızda konuşurken burası bir ev, bir de Erbulak soyadı var. Erbulak evi olsun dedik ve öyle yola çıktık. Bu kadar şekilleneceğini bu kadar yol alınacağını biz de düşünemedik. Doğru enerjinin başlangıcıyla 2020 pandemi sürecine kadar çok iyi yol aldı. O dönemden önce festivaller yaptık. Yazarlık eğitimi verilen bir kurs ekledik, çok güzel gitti. Ama maalesef pandemide durduk sadece biz durmadık. Ülkede birçok sanat durdu biz de durduk. O projelerin üretimini tekrar sağlayamazsak ne yaparız kaygısını biraz da hüzünle yaşadık.
Yıl 2014. Ayşe Erbulak’ı eski tanıyanlar bilir. Böyle müteşebbis sürprizleri vardır. Bir anda oldu gibi zannedilir ama hiçbir zaman bir anda olmaz. Öncelikle bu fikir Ayşe'nin fikri, bugün bunu konuşuyorsak fikrin anası Ayşe Erbulak. O yüzden o anlatsın.
(Burada sözü Ayşe Erbulak’a bırakıyoruz…)
Hikaye şöyle başlıyor, bir pilavcı dükkanı açmak istiyordum.
Çok komik. Ama sebebi şu… Öğlen yemek veririz. Basit tek yemek kuru fasulyeli, mısırlı filan… Saat 16:00’da da dükkanı kapatıp gideriz, akşam da bize kalır. Ben uzun yıllar Norveç’te yaşadım ve insanın kendine ait bir hayatı ve zaman dilimi olması gerektiğini öğrendim.
Biz yer bakarken karşımıza bir ev çıktı. Çok ilginçti, evin fiyatı büyüklüğüne göre ucuzdu. Dağhan (Dağhan Külegeç üçüncü nesil sanatçı) şöyle dedi: Anne burada ancak okul açarsın, öyle kullanırsın…
Pilavcı dükkanı yerini okula bıraktı. Karşımıza böyle kocaman bir köşk çıktı, tutarız, tutamayız derken baktık ki içindeyiz. Birden bir yıl içinde 300 öğrenciye ulaştık. Binada çok büyük tadilatlar yaptık ve çok güzel oturttuk. Pandemi bizi de çok kötü vurdu. 300 öğrencilik Erbulak Evi sadece tiyatro öğretmiyordu. Yazarlık bölümünün de 100 öğrencisi vardı.
Hatta ben de ders veririm dedim. Ders vermeye başladığımda dördüncü kitabım yeni çıkmıştı. Hâlâ dersi veriyorum ama her sezon bir kere ders verebiliyorum. Biz çok böyle ders verelim, öğretelim diye değil, var olan birikimimizin içerisinde daha hakim olduğumuz neyse onu paylaşalım diye düşündük.
Çok önemli hocalarla çalıştık. Feridun Andaç, Özen Yula, Berrak Yurdakul, Tuna Kiremitçi gibi…
Akasya AVM’de KidZania diye bir çocuk şehri var, artık çalışmalarımızı orada sürdürüyoruz. Meksikalıların bir kuruluşu çocuklar her türlü mesleği deniyor. Orada muazzam büyük bir alanda bir tiyatro salonu var. O tiyatro salonunda 14 yaşa kadar ders veriyoruz. Ayrıca orada bir de küçük kafemiz var. Minicik bir konfor, bana Norveç esintisi…
Artık emekli oldum aslında evde oturmam lazım veya hobilerime daha ağırlık vermem lazım ama çalışmayı bırakamıyorum.
“BİR ANMA İLANINDA ŞÖYLE YAZDIM: SEVİNÇ TİYATRODA OYNUYOR, BEN KİTAP YAZIYORUM, DAĞHAN DİZİDE OYNUYOR AMA HALA ARAMIZDA KARİKATÜR ÇİZEN YOK, HALA HEPİMİZ BİR ALTAN EDEMEDİK DİYE”
- Bu işin arkasındaki üç nesli bir hatırlayıp Altan ağabeyimizi de analım mı?
- Bu işin bir yanı da Altan Erbulak’ı sonraki nesillere aktarmak. Bir soyadından faydalanmak yerine bizim o soyadına ne faydamız olacağına bakmak var. Çok özel bir imzası var. O imzayı logomuz yaptık aslında o imzayı hani daha biraz daha genç olsaydım bir tekstil markası bile yapabilirdim. Yani logosu güzel bir imzası var, güzel çizimleri var. Biz elimizde çok bırakmadık, çizimleri çok hediye ettik. Çünkü evde bir kutuda duracağına, bazı kişilerin duvarlarında durması daha güzel…
Altan Erbulak çok yönlü bir insandı. 2014’te bir karikatür sınıfı da açalım dedik ona göre hocalar oluşturuldu ama kimse başvurmadı.
Biz cuma günleri ilk iş olarak Gırgır alan gençliktik, ben Günaydın gazetesinde çalışırken matbaa makinesinin başında Gırgır beklerdik. Bir anma ilanında şöyle yazdım: Sevinç tiyatroda oynuyor, ben kitap yazıyorum, Dağhan dizide oynuyor ama hala aramızda karikatür çizen yok. Hala hepimiz bir Altan edemedik diye.
Sevinç Erbulak, Türkiye'nin en iyi 10 kadın tiyatro oyuncusundan biri. Eskiden ilk 5 diyordum. Şimdi çok iyi bir oyuncular geldi, 10'a çıkarttım. Benim kardeşim olduğu için en iyi kadın oyuncu derim, ama şimdi benim ağzıma biber sürerler. Mesleğine çok çok düşkündür Sevinç her yere geç gelir tiyatro hariç. Her şeye, yani ondaki randevusuna evden 10'a 5 kala çıkar ama sekizdeki oyuna da ikide tiyatroda olur. Dağhan Külegeç televizyonu seçti o üçüncü nesil. Çok güzel mizah yazıyor fakat çizimi geliştirmedi. Belki ilerde geliştirir bilmiyorum ama şu anda mizah yazıyor.
Benim sekiz kitabım oldu. Dokuz ve on da çıkacak ama onlar eski kitapların yeniden düzeltilmesi. Kolaj çalışmalarda da yer aldı. Dark polisiye var. Orada öykülerim var. Dedektif kitap var orada var.
Şimdi bir öykü kitabı hazırlıyorum, adı Mahallemiz Sakinlerinden… Kitap çeviriyorum, sevmediğim kitabı çevirmiyorum. Çok güzel hobilerim var mesela dikiş dikiyorum, örgü örüyorum… Herkes oyunculuk kursuna gider ben gördüğüm her dikiş kursuna gidiyorum çanta dikim atölyesi, bol paça bilmem ne atölyesi hop ordayım, çok keyif alıyorum…
Prof. Dr. Nurullah Gür’le 100 yıllık yolculuk... Türk ekonomisinin Aşil topuğu cari açık mı?
Büyükelçi Öktem gözüyle Gazze, İsrail ve Türkiye: Çok konuşulacak analiz
Hamas-İsrail savaşı Türkiye’yi ne kadar etkiler? Ahmet Yavuz Paşa yanıtladı
35 milyar dolarlık ihracatın can damarı KYS'cilerden kritik çağrı