VOLKAN KARSAN – FINANSGUNDEM.COM / KAZANDIRAN SOHBETLER
Cumhuriyet’in 100’üncü yılında ekonominin 100 yılını konuşmak, nereden nereye geldiğimize bakmak istedik.
Kazandıran Sohbetler’de Marmara Üniversitesi İktisat Fakültesi, İktisat Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nurullah Gür’ü konuk ettik…
“İNGİLTERE’YE ADIM ATTIĞIM GÜNLERDE LEHMAN BROTHERS BATMIŞTI VE HAKİKATEN BATI ÇOK BÜYÜK BİR ŞOK İÇERİSİNDEYDİ”
- Sayın Gür, 2006 yılında mezun olduğunuz Marmara Üniversitesi’ne bir süre önce Profesör olarak döndünüz. Bu bağlamda hem duygularınızı ve bugüne uzanan akademik çalışmalarla ilgili bilgileri rica edebilir miyiz?
- Açıkçası iktisat bölümünü isteyerek ve ilgi duyarak bilinçli bir şekilde tercih ettim. Çünkü tam üniversite sınavlarına hazırlık aşamasında iken 2000/2001 krizi patlak vermişti. Dolayısıyla gençlik dönemimizde böyle bir krizin yaşanmış olması ister istemez bir merak uyandırdı. Bu merakla ilgili kafamda iki farklı soru vardı. Birincisi bu kriz niye çıktı? Diğeri ise bu krizi veya benzer krizleri çözmek bu kadar zor bir iş mi? Neler yapılabilir? O dönemi hatırlıyorum insanların işsiz kaldığı, şirketlerin kapandığı, kamunun küçülmek zorunda kaldığı bir dönem. Dolayısıyla o dönemde 17-18 yaşında bir genç olarak aklıma gelen bu sorularla cevap bulmak için iktisadın bu anlamda benim için uygun bir bölüm olabileceğine yönelik olan inancım arttı ve o şekilde Marmara Üniversitesi'ne girdim.
2006 yılında İngilizce İktisat bölümünden mezun oldum. 2008 yılında yine aynı bölümden yüksek lisans aldım. Lisans bitmeden önce dördüncü sınıfın başında akademiye yönelme konusunda kafam netleşmişti. Okumayı, yazmayı, verileri analiz etmeyi seviyordum. Staj yaptığım zaman reel sektörün çok da bana göre olmadığını fark ettim. Hem hocalarımın yönlendirmesi hem kendi arayışlarımla İngiltere'de doktora yapma fırsatı elde ettim. 2008 yılının Eylül ayında tam da bir başka krizin patlak verdiği bir dönemde Universty of Essex'e geçtim. İngiltere’ye adım attığım günlerde Lehman Brothers batmıştı ve hakikaten batı çok büyük bir şok içerisindeydi. Dolayısıyla iktisat okumaya karar verdiğim dönem Türkiye'de bir krize denk geldiği gibi tam doktoraya başlayacağım günler de farklı bir krize rastladı. 2012 yılında doktorayı tamamladım. Asıl çalışma alanım, finansal piyasaların reel sektör üzerindeki etkisi… İktisat teorilerinde genelde finans piyasaları ayrı bir dünya reel sektör ayrı bir dünyaymış gibi modellenir. Ancak krizlerin gösterdiği bir şey var ki, o da bir taraf sorun yaşadığı zaman ister finans sistemi olsun ister reel sektör olsun diğer tarafın bu sorundan kaçması çok mümkün olmuyor. İkisi arasında çok ciddi bir etkileşim var. Dolayısıyla ben bu etkileşimi doktora tezinde çalıştım. Benim doktora sonrası yurt dışında kalma gibi bir düşüncem olmadı. Bir sosyal bilimci olarak hem öğrencilere hem politikacılara ve reel sektör temsilcilerine yani bir iktisatçının dokunabileceği üç farklı kitleye kendi ülkemde dokunmak istiyordum. 2013 yılının başında Türkiye'ye döndüm. İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde İstanbul Medipol Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yaptım. Daha sonra bu yıl kendi mezun olduğum Marmara Üniversitesine geçiş yaptım. Kendi mezun olduğum bölüme bir katkı sağlamak benim için ayrı bir sevinç, ayrı bir motivasyon kaynağı oldu. Benim 20 yıl önce oturduğum sıralarda eğitimlerine devam eden öğrencileri bizim nesilden daha iyi, daha donanımlı olarak geliştirmeye çalışmak, bu sürece katkı vermek kendi adıma çok ciddi sevinç kaynağı.
“BÖYLESİ ZORLU BİR COĞRAFYADA, BİR KALKINMA HİKAYESİ YAZMAK ÇOK KOLAY BİR İŞ DEĞİL”
- Bilindiği gibi Cumhuriyetimizin 100’üncü yılını kutlarken bir asırda ekonomimizin nereden nereye geldiğinin kısa bir özetini yapmak mümkün mü?
- Aslında 100 yıl bir insan ömrü için çok uzun bir dönem ama tarihe baktığınızda 100 yıl aslında çok da uzun bir dönem değil. Cumhuriyetimizin ilk yüzyılı belki tarih için o kadar uzun görülmemekle birlikte çok fazla sayıda olaya şahitlik edilen çok ciddi kırılmaların tetiklendiği bir dönemdi. Kendine has özellikleri olan bu zaman dilimini çok ciddi anlamda önem atfedilmesi gereken bir dönem olarak görüyorum. İçerisinde 1929 buhranını ve İkinci Dünya Savaşı’nı barındırıyor. Soğuk savaş, daha sonra küreselleşme, soğuk savaşın bitmesi, Çin, Güney Kore ve Japonya gibi ülkelerin gelişimi bütün bunları ele aldığımız zaman hakikaten kendine has özellikler barındıran bir dönem.
Burada Türkiye'yi ele aldığımız zaman şunu çok net bir şekilde söyleyebilirim. Küresel ölçekte bu kadar çalkantılı olan ve hem Balkanlar hem Orta Doğu’yu içine alan bizim coğrafyamızı dikkate aldığımızda da maalesef karışıklıkların, kargaşaların ve jeopolitik risklerin çok fazla ön plana çıktığı bir dönem oldu. Bu yüzden böylesi zorlu bir coğrafyada, bir kalkınma hikayesi yazmak çok kolay bir iş değil. Buna rağmen Türkiye hakikaten bu yolda ilerleme kaydetmiş ve ciddi bir atılım göstermiş bir ülke. Bunu da göz ardı edemeyiz. Dolayısıyla bu 100 yıla Türkiye çok şey sığdırdı ama bir taraftan da gerçek potansiyelini tam olarak yansıttığını da söyleyemeyiz.
Cumhuriyetin miras aldığı bir ekonomik yapı vardı, nihayetinde Osmanlı, en zirve yaptığı çağda -15’inci yüzyıldan 17’nci yüzyılın başına kadar- dünyanın en önemli güçlerinden biri olsa da Birinci Sanayi Devrimi'ne ayak uyduramamış ve ağırlıklı olarak tarıma dayalı bir ekonomi olarak kalmış bir imparatorluktu. Böyle bir iktisadi mirasımız vardı. Tam olarak müteşebbis sınıfın gelişemediği ağır sanayinin çok dar kapsamda üretim sağlayabildiği bir ekonomi. Tabii ilk etapta bildiğiniz gibi öncelikle bir sanayileşme hamlesi yapılmaya çalışılıyor, ama bu daha çok özel sektörün teşvik edilmesi şeklinde. Kamunun belli dokunuşları var ama bu daha çok özel sektörü teşvik etmeye yönelik bir çaba. Özellikle 1923 – 1929 arasındaki dönemi dikkate aldığımızda hem kamunun yapmış olduğu destekler, özel sektörün yavaş yavaş filizlenmeye başlaması, savaş döneminde atıl kalan tarım arazilerinin ve insan gücünün yeniden devreye girmesiyle birlikte bu dönemde ortalama yaklaşık yüzde 8,5 bir büyüme yakalanıyor. Gelişimin hakikaten kendini hissettirdiği bir dönem.
1945’te savaşın sona ermesi ve akabinde Türkiye'nin çok partili demokrasiye geçmesiyle birlikte yine ekonomi bir ivmelenme yakalıyor. Özellikle 1950’lerin ilk yarısında tarımda teknolojinin kullanılmasının yaygınlaşması, traktörlerin devreye girmesi bununla birlikte ekilebilir tarım arazilerinin artması önemli bir gelişme.
Ancak Türkiye’nin tam da bu gelişimini biraz daha ivmelendirmesi gereken bir dönemde, 1929’da ABD’de Büyük Buhran patlak veriyor. Bu krizin tüm dünyayı saran etkileri 1933’e kadar görülmeye devam etti. Birkaç yıl sonra da İkinci Dünya Savaşı çıktı. Bu dönem Türkiye Cumhuriyeti için çok da kolay bir dönem değil. Hem küresel konjonktürün biraz daha korumacılığa, devletçiliğe kayması hem de tarımsal ihracatın düşmesi, kamu gelirlerinin azalmasıyla birlikte ekonomik büyüme yavaşlıyor ve büyüme ortalaması Türkiye’de yaklaşık 3,5 civarına düşüyor.
Atatürk döneminde temelleri atılmış olan fabrikaların -aralarında mühimmat fabrikası, bez fabrikaları, dokuma fabrikaları, şeker fabrikaları, şişe cam fabrikası var- açılıp etkisinin görülmeye başladığı dönem. 1933 ve sonrasında biraz daha devlet eliyle kalkınma, karma ekonominin baskın olması iktisadi sistem olarak kendini hissettiriyor. Bu hem bizim verdiğimiz bir karar hem de küresel konjonktürden de etkileniyoruz.
Daha sonra 1945’te savaşın sona ermesi ve akabinde Türkiye'nin çok partili demokrasiye geçmesiyle birlikte yine ekonomi bir ivmelenme yakalıyor. Özellikle 1950’lerin ilk yarısında tarımda teknolojinin kullanılmasının yaygınlaşması, traktörlerin devreye girmesi bununla birlikte ekilebilir tarım arazilerinin artması önemli bir gelişme. Biraz da liberal ekonomik anlayışın devreye girmesi ve özel müteşebbisliğin yeniden teşvik edilmesi bu yıllarda yeniden bir kıpırdanma ve büyüme sağlıyor. Artık ithal ikameci sanayileşme politikasının yavaş yavaş adımlarının atılmaya başladığı ve bizim daha stratejik, daha planlı programlı hareket etmemiz gereken bir dönemde maalesef 1960 darbesi oluyor.
Güney Kore örneğine veya diğer bazı başarılı Doğu Asya ülkelerine baktığımız zaman bu ithal ikameci sanayileşme politikasının başarılı bir şekilde uygulanması ve kademeli olarak ihracata dayalı büyüme modeline geçişin yaşandığı bir dönemi, yani 1960-1980 arasını, biz maalesef çok da verimli bir şekilde kullanamıyoruz.
Bu dönemde içerideki siyasi istikrarsızlıkların yanı sıra diğer taraftan da bölgemizde yaşanan çatışmaların ve savaşlarının petrol fiyatları ve dış ticaret üzerindeki etkileri Türkiye ekonomisini oldukça hırpaladı. Dolayısıyla 1960 ve 1970’leri bizim açımızdan kayıp yıllar olarak nitelendirebilirim. Ama yine de kalkınma planlarının devreye girmesi, DPT’nin kurulması ve yeniden sanayileşme hamlelerinin görülmesi önemli.
Bu yıllarda özel girişimcilerin kurmuş olduğu fabrikaların ölçeğindeki artışlar ve benzeri konuları da göz ardı etmememiz gerekiyor. Bu bağlamda tamamen boşa geçmiş bir 20 yıl değil ama çok daha iyi, çok daha verimli bir şekilde kullanabilecek bir dönemdi.
1980’li yıllarla birlikte küreselleşme dalgasından biz de nasibimizi alıyoruz. Hem biraz küresel konjonktürün yansıması hem de kendi iktisadi tercihlerimizle birlikte Özallı yıllarda bir küreselleşme, bir ekonomik liberalleşme dönemi başlıyor.
“1990’LARDA YILDA 1 MİLYAR DOLAR YABANCI YATIRIM ÇEKEBİLİYORDUK, SONRA TÜRKİYE YILDA 20 MİLYAR DOLAR YABANCI YATIRIM ÇEKEBİLİR DURUMA GELDİ”
- Buradan sonra ekonominin çok farklı geliştiğini söyleyebilir miyiz?
- Küreselleşmeyi çok iyi yönetemesek de bu dönemde özel sektör önemli deneyimler elde etti ve ilerleme kaydetti. Öncelikle artık sanayi üç büyük şehirden çıkarak daha Anadolu'nun geneline yayılmaya başlıyor ve ileride “Anadolu Kaplanları” olarak adlandırdığımız bir fenomen ortaya çıkıyor. Bir diğeri birçok şirketimiz ihracatla tanışıyor. O dönemde dışarıya açılmamızla birlikte reel sektörün elde ettiği ve 2000’li yıllarda birlikte kullanmaya başlayacağı çok fazla deneyim elde edildi. Seksenlerde Türkiye'nin yine büyüme anlamında bir trend yakaladığını görüyoruz.
1990’lı yıllar yine bir kez daha siyasi istikrarsızlığın baş gösterdiği ve aşağı yukarı her yıl başbakanın veya iktidar ortaklarından bir tanesinin değiştiği bir dönem. Büyüme ve kalkınma uzun vadeli düşünülmesi gereken kavramlar, uzun vadeli planlarla uzun vadeli yatırımlarla gelişebilecek, şekillenebilecek kavramlardan bahsediyoruz. Dolayısıyla her yıl değişen bir iktidarın uzun vadeli planlama yapması ve bu planları sahaya yansıtması çok da mümkün değil. Dolayısıyla bu yıllarda biraz daha popülist kısa vadede oy getirebilen, büyüyen ama bu büyüme kompozisyonunun çok da sağlıklı olmadığı ve gelir dağılımını da iyileştirmeyen bir büyümeden bahsediyoruz. Tabii ki o dönemde enflasyonun ve bütçe açıklarının arttığını görüyoruz. Bir de bunlara kötü yönetilen bir bankacılık sistemi eklendiği zaman tabii 2000/2001 krizi kaçınılmaz hale geliyor. Onun öncesinde 1999’daki depremin de ekonomi üzerinde bırakmış olduğu çok ciddi bir tahribat var. Dolayısıyla tüm bu içsel ve dışsal faktörler bir araya geldiği zaman kriz patlak veriyor ve sonrasında bir yeni IMF programı devreye giriyor.
Kısa bir süre sonra Kasım 2002’de genel seçimler yapılıyor ve orada da bir tek başına iktidar tekrardan Türkiye'nin gündemine geliyor. ANAP’tan sonra AK Parti ilk defa tek başına iktidara geliyor. O dönemdeki yapısal reformların üç ayağı var.
Birincisi bankacılık sektörünün yeniden düzenlenmesi ve rehabilite edilmesi. İkincisi hem vergi politikalarıyla hem kamu harcamalarına yönelik değişikliklerle kamu maliyesinin güçlendirilmesi ve kamu açıklarının azaltılması. Üçüncüsü ise enflasyonun düşürülmesine yönelik olarak Merkez Bankası’na daha fazla rol verilmesi ve bir taraftan da Türkiye'nin enflasyon hedeflemesine geçmesi var.
Bu yapısal reformlar ve siyasi istikrarın bir araya gelmesi ve de bu yıllarda küresel ölçekte likiditenin bol olmasının da etkisiyle Türkiye çok ciddi anlamda doğrudan yabancı yatırımcı çekti.
1990’larda yılda bir milyar dolar kadar doğrudan yabancı yatırım çekebiliyorduk sonra Türkiye yılda 20 milyar dolar yabancı yatırım çekebilir duruma geldi. 2000/2001 krizinden sonrasına baktığımız zaman yıllık bazda ortalama 11-12 milyar dolarlık doğrudan yabancı yatırım girişi olduğunu görüyoruz.
Enflasyonun düşmesi, kamu bütçesinin toparlanması, bankacılık sektörünün rehabilite olması ve siyasi istikrarın sunmuş olduğu iktisadi öngörülebilirlik, bunlar da birleştiği zaman içeride Türk şirketlerinin de yatırımlarını arttırdığını görüyoruz. Sadece doğrudan yabancı yatırımlarla değil, içerideki özel sektörün yaptığı yatırımlarla birlikte Türkiye ekonomisinin çok hızlı bir büyüdü.
Terör faaliyetleri olmasaydı Türkiye'nin bugün kişi başına GSYH’sinin bugünkü seviyesinden 2.600 dolar daha fazla olabileceğini gösteriyor. Bu gibi örnekleri alt alta yazdığımızda Türkiye’nin Cumhuriyetin 100’üncü yılında 20 bin dolar kişi başına GSYH seviyesini yakalaması erişilemeyecek bir hayal değildi. Ama böylesi zorlu bir coğrafyada 100 yıllık bir hikayede, göz ardı edilemeyecek bir başarı yakaladığımızı da hakikaten yok sayamayız.
Bu hikayede bir adım daha ileriye gitmek gerekiyordu. Yani 2000/2001 krizinden sonra hayatımıza giren yapısal reformların Türkiye'yi orta gelir tuzağından kurtarması çok mümkün değildi. Türkiye üst-orta gelire taşıyabilirdi ki bunu yaptı, 3.500 dolar kişi başına milli gelirden 2010’ların başında yaklaşık 12.000 dolar kişi başına milli gelire çıkmıştık. Ama Türkiye'nin, 15-20 bin dolar ve daha üstü kişi başı GSYH ulaşabilmesi için bizim ikinci nesil yapısal reforme ihtiyacımız vardı.
Ama bu reformları kapsamlı biçimde ve belli bir tempoda hayata geçirmeye çok fazla fırsat olmadı çünkü önce 2009 krizi patlak verdi. Ardından da Türkiye'nin kendi iç meseleleri, darbe girişimi, çeşitli siyasi sıkıntılar, çok sık yapılan seçimler, Ortadoğu'daki Arap Baharı’nın olumsuz yansımaları, özellikle Suriye iç savaşından kaynaklı gelişmeler siyaset mercinin enerjisini daha çok iç ve dış politikaya kaydırmasına sebep oldu. Dolayısıyla ekonomi bir süre ikincil plana atıldı ve bu yüzden de biz Türkiye'yi teknolojik anlamda dönüştürebilecek, sanayimizi daha nitelikli ve daha katma değerli hale getirebilecek ikinci nesil yapısal reformlar istenen hızda hayata geçirilemedi. Bunları ertelediğimiz noktada maalesef bazı problemler baş gösterdi. Mesela 2018’deki kur şoku gibi ve daha sonra pandeminin olmasıyla birlikte artan enflasyon ve tekrardan enflasyonun hayatımıza girmesi gibi…
Türkiye Cumhuriyeti 100 yıllık serüveninde 575 milyon dolarlık bir ekonomiden bugün 910 milyar dolarlık bir ekonomiye geldi. Kişi başına düşen GSYH, 45 dolardan 10 bin doları aştı. Bu rakamlara baktığımız zaman hakikaten Türkiye'nin iktisadi büyüme ve kalkınma anlamında belli bir mesafe katettiğini görüyoruz. Ancak şu da bir gerçek, Türkiye çok daha hızlı bir şekilde kalkınabilirdi. Örneğin yapılan araştırmalar, terör faaliyetleri olmasaydı Türkiye'nin bugün kişi başına GSYH’sinin bugünkü seviyesinden 2.600 dolar daha fazla olabileceğini gösteriyor. Bu gibi örnekleri alt alta yazdığımızda Türkiye’nin Cumhuriyetin 100’üncü yılında 20 bin dolar kişi başına GSYH seviyesini yakalaması erişilemeyecek bir hayal değildi. Ama böylesi zorlu bir coğrafyada 100 yıllık bir hikayede, göz ardı edilemeyecek bir başarı yakaladığımızı da hakikaten yok sayamayız.
“TEK BAŞINA PARA VE MALİYE POLİTİKASI BİZDE ENFLASYONU YÜZDE 5 HEDEFİNE İNDİRMEYE YETERLİ DEĞİL”
- Ekonomimizin yıllardır kronik sorunu olan enflasyonla mücadelede başarılı dönemleri ve bu başarının unsurlarını sıralar mısınız?
- Enflasyonla başarılı bir şekilde mücadele etmek için para politikasıyla maliye politikasının eşgüdümlü bir şekilde hareket etmesi gerekiyor. Biz bunu 2002’den sonra çok net bir şekilde gördük.
Para politikası ve maliye politikası eşgüdümlü bir şekilde hareket ettiği zaman ve ana hedef enflasyonu düşürmek olduğu zaman enflasyonu düşürebiliyoruz. Çünkü ilk etapta enflasyonun düşebilmesi için enflasyon beklentilerini kontrol altında tutmak gerekiyor ve burada da hane halkının ve firmaların enflasyonla mücadele noktasında kamunun ve merkez bankasının kararlı olduğunu net bir şekilde görmesi lazım: Biz gerçekten enflasyonla mücadele ediyoruz. Bu algı oluştuğu zaman yatırımcılar da reel sektör de hane halkları da kendi iktisadi kararlarını buna göre şekillendiriyor. Bu sayede de enflasyon kademeli olarak düşebiliyor. Ancak şöyle bir gerçek var.
Enflasyonu düşürebilme noktasında en başarılı olduğumuz dönemlerde bile yüzde 6,5-7 seviyelerini görsek de yüzde 5’lik enflasyon hedefini tutturamadık. Bu da bize şunu gösteriyor, tek başına para ve maliye politikası bizde enflasyonu yüzde 5 hedefine indirmeye yeterli değil. Bizim bir taraftan da üretimde bazı yapısal problemlerimiz var.
Özellikle orta-yüksek ve yüksek teknoloji ürün gruplarındaki ve enerjideki dışarıya olan bağımlılığımız, küresel şoklar ve/veya içerideki oluşan kur şoklarının enflasyon üzerindeki geçişkenlik etkisini çok fazla arttırıyor. Burayı kontrol altında tutmadan, üretimdeki aksaklıkları çözmeden, Türkiye'nin daha yüksek katma değerli üretime geçmesini sağlamadan, enerjideki dışarıya olan bağımlığımızı azaltmadan ve bununla birlikte tarımda daha yüksek verim daha az israfı sağlayamadan bizim enflasyonu yüzde 5 hedefine çekmemiz çok mümkün değil.
“TÜRKİYE'NİN ÇOK ÇEŞİTLİ POTANSİYELLERİ VAR, BU AVANTAJLARIMIZDAN BAZILARINI BELLİ DÖNEMLERDE ÖN PLANA ÇIKARARAK DAHA HIZLI VE İSTİKRARLI BÜYÜYEBİLDİK”
- Yukarda bir miktar değindiniz ama aynı bağlamda ekonomik büyümenin önemi ve 100 yılda bu büyümenin yeterli olup olmadığını, yine başarılı dönemlerden örneklerle açıklar mısınız?
- Daha önce de vurguladığım gibi 1923-1929 arası, 1950’lerin ilk yarısı, 1980’lerin ilk yarısı, 2002-2013 arasındaki dönemler Türkiye ekonomisinin büyüme anlamında hem hızlı hem de istikrarlı olduğu dönemler olarak görebiliriz. Türkiye'nin çok çeşitli potansiyelleri var. Bir taraftan tarım bir taraftan sanayi sektörlerinde ve de turizm anlamında bir potansiyelimiz var. Bunlarla birlikte bizim coğrafyamızın sağlamış olduğu ihracat avantajımız var. Bu avantajlarımızdan bazılarını belli dönemlerde ön plana çıkararak daha hızlı ve istikrarlı büyüyebildik. Ama bu potansiyellerimizi, eşgüdümlü bir şekilde belli bir stratejiye oturtturarak, uzun vadeli planlayarak ve bu planı uzun vadede hayata geçirebilecek sabrı ve kararlılığı gösterme noktasında sorunlar yaşadık. Bu sorunları yaşadığımız dönemlerde eğer bir de küresel konjonktür bizim gibi gelişen ülkelerin aleyhine işlediğinde büyüme rakamları gerilemeye başladı.
Büyümeyle kalkınma aynı şeyler olmadığının da altını çizmek gerekiyor. Ekonomi çok hızlı büyüyebilir, belli bir refah oluşturabilir ama bu refahın nasıl dağıldığı, toplumun tüm kesimleri tarafından hissedilip hissedilmemesi meselesi var. Şunu örnek vermeye çalışıyorum: Mesela bizim hem enflasyonumuzun düşmeye başladığı hem de büyümenin arttığı özellikle 2003-2013 arası dönemde büyüme rakamlarımız iyi -2009’u dışarıda bırakıyorum çünkü orada bir küresel kriz var- bu durum Türkiye’de bir refah yaratıyor bu da toplumun tüm kesimleri tarafından hissedilebiliyor, bir taraftan da gelir dağılımı düzeliyor. Böyle dönemlerimiz de oldu ama bir taraftan da büyürken enflasyon yarattığımız dolayısıyla ortaya çıkan refah artışının toplumun sadece belli kesimleri tarafından hissedildiği dönemlerimiz de oldu. Bizim bu anlamda dediğim gibi istikrarı yakalamamız çok önemli.
Bir de içinde bulunduğumuz coğrafyanın zorlu bir coğrafya olduğunu aklımızdan çıkartmamız gerekiyor, bundan kaçamayız. Bu riskleri dikkate alarak stratejiler ve politikalar belirlemeli ve buna göre, içerideki siyasi ortamı en makul ve kapsayıcı bir şekilde tutup büyümemizi de kalkınmamızı bu anlayışla ilerletmemiz gerekiyor.
“ÇOK NET BİR GERÇEK VAR: TARIM İHMAL EDİLDİĞİ ZAMAN BU GIDA FİYATLARI ÜZERİNDEN, GIDA ARZ GÜVENLİĞİ ÜZERİNDEN EKONOMİYİ VURABİLİR”
- Yazılarınızda tarım ağırlıklı ekonomiden sanayi ağırlıklı ekonomiye geçişimiz konusunda vurgularınız yer alıyor. Ancak tüm dünyada tarımdaki gerilemeler ve kıtlık tehlikesi konuşulurken 100’üncü yılda Türk ekonomisi tekrar tarımı önemsemeli mi?
- Tarıma dayalı bir ekonomiden kastettiğim şey şu: Osmanlı’nın son dönemlerine ve Cumhuriyet’in ilk dönemlerine baktığımız zaman, ekonomideki çalışanların neredeyse yüzde 80’inin tarımda çalıştığı bir zaman diliminden bahsediyoruz. Sanayileşme aslında tarımdaki verimlilik artışından kaynaklı olarak tarımsal üretimi artırırken, tarımsal alanlarda çalışmaya artık o kadar fazla insana ihtiyaç olmaması ve bu insanların kendilerini daha verimli bir şekilde gösterebilecekleri daha yüksek katma değerli alanlara geçiş yaptıkları bir serüvendir.
Türkiye ilk etapta Osmanlı’dan itibaren bunu sağlayabilme noktasında dönem dönem sorunlar yaşadı. Benim tarıma dayalı bir ekonomiden sanayiye dayalı bir ekonomiye geçişten kastettiğim biraz da bu geçiş. Ama bu, bizim tamamen tarımı göz ardı etmemiz gerektiği anlamına gelmiyor. Aksine, tarım çok önemli. Tarıma ayrılan kamu ve finansal kaynakları arttırmalıyız. Bir taraftan da tarımdaki mevcut kaynakları daha etkin biçimde kullanmalıyız. Biz tarımsal üretimi daha verimli ve daha az firenin olduğu bir şekilde daha az sayıda insanla yapabiliriz ve bu tarımdaki tarım arazilerindeki emek gücünü küçük şehirlerde kurulacak sanayi ve hizmet tesislerinde daha verimli iş kollarına kanalize edebiliriz. Yani makro ölçekte kalkınmayı ve bölgesel kalkınmayı eş anlı götürebilecek şekilde sektörler arasında etkileşimi ve geçişi ekonominin ihtiyaçlarına göre sağlayabiliriz. Bu sektörel dönüşümü sağlayamadan refahı arttırmak ve tabana yaymak mümkün olmuyor.
Çok net bir gerçek de var: Tarım ihmal edildiği zaman bu gıda fiyatları üzerinden, gıda arz güvenliği üzerinden ekonomiyi vurabilir. Özellikle iklim değişikliği gibi çok acı bir durum karşımızdayken birçok ülke tarım politikalarını yeniden şekillendirmeye başladı. Tarıma ayrılan kaynaklar artmaya başladı. Bizim de tarıma daha fazla kaynak ayırmamız gerekiyor. Bu bir gerçek ama bu biz sanayi ekonomisinden çıkıp tarıma geçiyoruz anlamına gelmiyor. Tarımla sanayiyi eş güdümlü bir şekilde oluşturmak gerekiyor.
Başarılı tarımda başarılı ülkelere bakarsak, Hollanda, Amerika Birleşik Devletleri gibi... Tarımla sanayinin iç içe geçtiği, bu iki sektörün birbirinden beslendiği ekonomiler bunlar. Bizim de bunu yapmamız gerekiyor
Tarımdaki gelişimin sanayiyi besleyeceği, sanayideki teknolojik dönüşümün dönüp tarımı besleyebileceği bir yapı önem arz ediyor. Bu yüzden tarımda, yeni sulama tekniklerinden tutun da topraksız tarıma kadar birçok yeni nesil teknolojiyi kullanıp tarımdaki üretkenliğimizi arttırmak şart. Ama bunu yaptığımızda bile tarımın ekonominin içindeki ağırlığı yeniden yüzde 30-40’lara çıkmayacak. Artık o dönem çok geride kaldı. Dünyadaki hiçbir gelişmiş ülkede bu oranlar yok. Tarıma dayalı ekonomiden sanayiye ve hizmetler sektöründe dayalı ekonomiye geçiş derken bunları kastediyorum.
Tarım çok önemli. Tarıma ayrılan kamu ve finansal kaynakları arttırmalıyız. Bir taraftan da tarımdaki mevcut kaynakları daha etkin biçimde kullanmalıyız. Biz tarımsal üretimi daha verimli ve daha az firenin olduğu bir şekilde daha az sayıda insanla yapabiliriz ve bu tarımdaki tarım arazilerindeki emek gücünü küçük şehirlerde kurulacak sanayi ve hizmet tesislerinde daha verimli iş kollarına kanalize edebiliriz.
“KALKINMANIN BİR DİĞER UNSURU DA ÇEVRE… ÇEVREYE VERİLEN ZARARLAR DÖNÜP DOLAŞIP EKONOMİYİ VURUR, BÜYÜMEYİ YAVAŞLATIR VE GELİŞMENİN ÖNÜNÜ TIKAR”
- Çevre ile ilgili tüm konular artık ekonominin bir parçası. Sizin de bu konuda çalışmalarınız olduğu biliniyor. Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında çevre konusunda neler yapılmalı?
- Büyümeyle kalkınmayı ayrıştırırken gelir dağılımdan bahsetmiştik. Kalkınmanın bir diğer unsuru da çevre…Bir ülke büyüyebilir, ama eğer bu büyüme çevreye aşırı zarar vererek yapılırsa, bu büyüme uzun vadeye taşınamaz. Çevreye verilen zararlar dönüp dolaşıp ekonomiyi vurur, büyümeyi yavaşlatır ve gelişmenin önünü tıkar. Maalesef bütün dünya bu gerçeği göz ardı etti. Çevreyi önemsemeden, doğanın üzerine basa basa büyümeye çalıştı. Eskiden sadece bilimsel makalelere konu olan ve/veya medyada çok küçük yer bulan iklim değişikliği gibi gerçekler, artık bugün maalesef insanların çıplak gözle görebileceği bir hale geldi. Dolayısıyla bugün hanelerin, reel sektörün ve kamunun, iktisadî noktada karar alırken çevreye verebileceği olası etkileri göz önünde bulundurmaları şart. Şimdi bütün dünya vergi politikalarından sanayi teşvik politikalarına kadar, enerji politikalarından kamu harcamalarına kadar iktisadi hayatı etkileyen birçok alanda çevreyi gözeten bir hale geldi. Çünkü artık bu bir tercih değil, zorunluluktur.
“ALTERNATİF ENERJİ KAYNAKLARI SAYESİNDE ÜLKEMİZİN ÇOK ÖNEMLİ BİR İKTİSADİ KIRILGANLIĞI AZALABİLİR, BEN, CARİ AÇIĞI TÜRKİYE EKONOMİSİNİN AŞİL TENDONU OLARAK GÖRÜYORUM”
- Enerji de dünya ekonomisinin birinci sırasında yer alıyor, bu konudaki gelişmeler ikinci yüzyılımızda sizce ne şekilde yer alacak?
- Çevre konusundaki değişimin kendisini en fazla göstermesi gereken alanların başında enerji geliyor. Bütün dünyanın enerji kompozisyonunu değiştirmesi şart. Buna Türkiye de dahil.
Burada fosil yakıtlara alternatifler devreye giriyor, bunlar yenilenebilir enerji veya nükleer enerji. Şimdi burada bizim kesinlikle enerji kaynaklarımızı çeşitlendirmemiz şart. Güneş enerjisi, hidroelektrik santralleri, rüzgar türbinleri, nükleer enerji ve benzerleri…
Bu bir taraftan da Türkiye'nin cari açığını azaltma noktasında etki oluşturabilir. Dolayısıyla alternatif enerji kaynakları sayesinde ülkemizin çok önemli bir iktisadi kırılganlığı azalabilir. -Ben, cari açığı Türkiye ekonomisinin aşil tendonu olarak görüyorum.- Bu yapısal soruna çözüm bulmak için enerji kaynaklarını çeşitlendirmek çok kritik.
Enerjideki değişim diğer taraftan da Türkiye'nin sürdürülebilir kalkınmasına hizmet edecek bir atılım. Bunu yaparken şunun göz ardı edilmemesi lazım: Yeşil enerjiye geçilirken, güneş panellerini Çin’den, rüzgar tribünlerini Kore’den, Almanya’dan, nükleer enerji teknolojilerini diğer ülkelerden ithal ederek yapmak bir noktaya kadar çözümdür.
Bu enerji dönüşümden Türkiye'nin hem verimlilik anlamında hem de yeşil ekonomi anlamında daha fazla katkı alması için, bir taraftan da bu alternatif enerji kaynaklarının teknolojilerini içeride yerli ve milli bir şekilde üretmemiz de çok büyük önem arz ediyor. Aksi takdirde bu dönüşümün tüm verimliliğini yaşayamayız veya daha önce bahsetmiş olduğum cari açık problemimize kısmi bir çözüm buluruz. Çok daha yapısal bir şekilde bunu gerçekleştirebiliriz.
Yeşil dönüşümle ilgili reel sektörün üzerine düşen görevler var. Onların üretim yaparken, mal ve hizmetlerini satarken çevreyi dikkate almaları gerekiyor. Çünkü hem ulusal düzeydeki politikalar hem de uluslararası anlaşmalar ve hedefler, bunu kademeli olarak zorunlu hale getirecek. Avrupa Birliği'nin getirmiş olduğu bazı düzenlemeler var.
İlk etapta belli başlı sektörlerdeki ihracatçılarımızı etkileyecek ama zamanla bu her sektör etkileyecek. Bugün bu yeşil dönüşümde sanki hizmet sektörü ikinci plandaymış gibi, daha çok ağır sanayi sektörleri ön plandaymış gibi duruyor ama zamanla bu dönüşüm hizmet sektörünü de içine alacak. Dolayısıyla bugünden geç kalmadan bütün şirketlerimizin hangi sektörde faaliyet gösteriyor olursa olsun, bu dönüşümün temellerini anlayıp buna göre hareket etmeleri gerekiyor. Bunun sadece de politikalar dayattığı için yapılmaması lazım. Bir taraftan da gelecek nesillere yaşanabilir bir dünya bir miras bırakmamız gerekiyor. Bu aynı zamanda bizim için bir insani bir ödev diye söylüyorum.
“MASA BAŞINDA BİR ŞEYLER OKUYUP, BİRKAÇ TANE VERİYİ ANALİZ EDEREK AKADEMİK ÇALIŞMALAR YAPMAYI ÇOK DOĞRU BULMUYORUM”
- Çevre, enflasyon, büyüme gibi iktisadi konularda akademik çalışmaların ekonomimizin geleceği adına anlam ifade etmesi için yöntem ne olmalı?
- Çalışmalarımı yaparken masa başında bir şeyler okuyup, birkaç tane veriyi analiz ederek akademik çalışmalar yapmayı çok doğru bulmuyorum. Teoriler tabii ki çok önemli ama bu teorilerin sahada karşılığı olup olmadığının da test edilmesi gerekiyor. Veriler bize bunu sağlıyor. Veriler sayesinde testi yapabiliyoruz ama bir taraftan da reel sektörün veya hanelerin hatta bürokrasideki politika yapım sürecinin kendine has koşulları, kendilerine has kısıtları var. Dolayısıyla akademik çalışmalar yaparken özellikle reel sektörü veya politika yapım sürecini bir şekilde gözlemleyip oradaki anekdotlarla verileri harmanlayarak çalışmalar yapmanın çok daha değerli olduğunu düşünüyorum.
Ancak bu şekilde bizim gerçekten insanlığa faydalı olabilecek bazı iktisadi önermeler yapmamız mümkün olabilir. Bu noktada akademisyenlerin sanayi odalarıyla, ticaret odalarıyla veya TÜBİTAK gibi araştırma fonları sağlayan kamu kurum ve kuruluşlarıyla yakından çalışıp bu süreçleri daha iyi gözlemlemeleri gerekiyor. Reel sektörle hanelerin davranış kalıplarını doğrudan sahaya inip bunlarla ilgili veriler, anekdotlar toplamalarının değerli olduğunu düşünüyorum. Ancak bu şekilde daha ayakları yere basan, gerçekçi ve uygulanabilir, iktisat politikalarını önerebiliriz diye düşünüyorum.
Büyükelçi Öktem gözüyle Gazze, İsrail ve Türkiye: Çok konuşulacak analiz
Hamas-İsrail savaşı Türkiye’yi ne kadar etkiler? Ahmet Yavuz Paşa yanıtladı
35 milyar dolarlık ihracatın can damarı KYS'cilerden kritik çağrı
Bu yıl zeytinyağı fiyatları ne olacak?
Uzman sağlıkçılar Türkiye’nin ‘ölümcül’ sorununu anlatıyor
Bodrum ‘mandalin’in kaderini değiştirecek proje... Erman Aras anlatıyor