Yazdır

Özal’ın bilinmeyenleri... Can Pulak sır yılları anlatıyor

Tarih: 07 Ağustos 2023 - 07:50

O gece o telefon kimden geldi? O ehliyet yere düşmeseydi ne olurdu? Belek’in kaderinin çizildiği an. Özal öldürüldü mü? Cumhurbaşkanı'nın en yakınındaki isim, 60 yıllık gazeteci Can Pulak sırları anlattı, çevreden ekonomiye bugüne mesajlar yolladı...

VOLKAN KARSAN - FINANSGUNDEM.COM / KAZANDIRAN SOHBETLER

İlk söz olarak özel bir açıklama gerekli… Nedeni? Daha önceki bir köşe yazıma ciddi tepki gelmişti: “Memleketin bu kadar sorunu varken sizin gibi tuzu kurular Bodrum yazıyorsunuz…”

Bugün okuyacağınız röportaj, Bodrum’un sadece bir ilçe olmadığını “tuzu kurular”ın tatil mekanı olmanın çok ötesinde bir turizm hazinesi olduğunu anlatabilir umarım.

Hem de “Kazandıran Sohbetler”in bugünkü konuğu ülkemizin yakın tarih galerisinde anılarla seyahat ettirip bize önemli kıssalar armağan edecek.

Bir döneme damga vuran 60 yıllık gazeteci ve başbakanlığından başlayarak 8’inci Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın en yakınındaki kişi olan Can Pulak’la Bodrum’un çok özel bir mekanı Dibekli Han Sanat Köyü’nde sohbet ettik…

Merhum Özal’ın ölümü dahil çevre sorunları, denizlerimizde yok olmaya yüz tutan yaşama kadar geniş bir ufuk turu yaptık. Bakın neler anlattı meslek üstadımız…

“ÜÇ AY SONRA BEN YOKUM” DEDİM, SONRA 10 YIL GECE GÜNDÜZ BERABER ÇALIŞTIK”

- Sayın Pulak, öncelikle rahmetli Turgut Özal ile yollarınız nasıl kesişti? Türkiye’nin çehresi değişen o dönemde neler yaşadınız?

- Gazetecilik dönemimde benim rahmetli Turgut Özal'la bir tanışıklığım yoktu. Anadolu Ajansı'ndan genel müdür muavinliğinden ayrılmıştım. Marmaris Okluk’taki evime gelmiştim. Köyde kafa dinlemeyi planlıyordum. Kıramayacağım bir dostum Ankara’ya nikah şahitliği için beni ısrarla çağırdı. Nikah sonrası gece oradaki evimize döndük. Telefon geldi “Alo ben Turgut” diye. “Kim efendim” dedim. “Ben Turgut Özal”. Gazetecilik zamanımızda biz birbirimizi işletirdik sıkıyönetim zamanı… “Ben Kurmay Albay İsmail, oraya geliyorum canınıza okuyacağım” şeklinde… Öyle işletiliyorum zannettim.

“Telefonunuzu verin ben sizi arayayım” dedim. Gayet samimi numarayı verdi.  Aradım Başbakanlık santrali çıktı. “Başbakan beni aradı, telefon bekliyor” dedim.  Bağladılar, “Seninle görüşmek istiyorum” dedi. “Efendim yarın sabah Marmaris’e dönüyorum, telefonda görüşebilir miyiz” diye sordum. “Böyle konular telefonda konuşulmaz. Sana şimdi bir araba gönderiyorum” dedi. Bizim ev başbakanlığın karşısında. “Yakındayım ben gelirim” dedim ve gece 22:30’da gittim. Sanki on yıldır tanışıyormuşuz gibi sarıldı “Hoş geldin Can” dedi ve devam etti:

“Otur bakalım oraya. Yıllarca senin yazılarını okudum. Seninle çalışmak istiyorum. Benim basın müşavirim olacaksın.”

“Biz gazeteciler özgür insanlarız, memuriyet yapamayız” diye cevap verdim.

Fakat Turgut Bey'in ikna kabiliyeti çok fazlaydı. Anlattı, anlattı “Hayırlı uğurlu olsun. Yarın bana bir rapor getir” dedi ve döndü, merdivenden yukarı çıktı. Saat on bir buçuk on iki. Döndüm eve geldim. Bir rapor hazırladım. İki buçuk üç saat geçti. Bir basın müşaviri ne yapar? Bir basın bürosu nasıl kurulur? Hangi hizmetler verilir? 15-20 sayfalık bir rapor... Sabaha karşı dört buçuk, beşte bitirdim. Birkaç saat sonra da  raporu götürdüm… Şöyle bir baktı. O genelde öyle yapardı. Okumadı bile. “Tam benim istediğim gibi. Hemen başlıyorsun” dedi.

“Buradaki yazmış olduğum sistemi başbakanlıkta kurarım. Ondan sonra ben işimi bitirir giderim” dedim. “Ne kadar sürer bu” dedi. “En fazla iki ay, üç ay… Üç ay sonra ben yokum” dedim.

Yıl 1985 “Tamam” dedik sonra 10 yıl gece gündüz beraber çalıştık.

Günde 20 saat çalışıp dört saat uyuyan bir insandı. Birçok ameliyatlar geçirmiş olmasına rağmen sabaha karşı saat dörtte telefon ederdi. “Neredesin” diye. Yatıyorum efendim, diye cevap verince “Ya ben çalışıyorum kalk gel” derdi. Gidince bakardım bütün bürokratları toplamış toplantı yapıyor. Saat beş buçukta toplantıdan ayrılır eve giderdim, yatardım. Saat yedi buçukta telefon ederdi: “Neredesin ya, gazeteleri getirmedin hala” derdi.

“ÖZAL MÜTHİŞ BİR ADAMDI, KORKUNÇ ÇALIŞKANDI, HALA KİM ÖLDÜRDÜ FİLAN DİYE KONUŞUYORLAR YA BAKMAYIN, ÖZAL ÇALIŞMAKTAN ÖLDÜ”

- Cumhurbaşkanlığı dönemi nasıl devam etti? Neler yaptınız birlikte?

- Rahmetli Özal cumhurbaşkanı seçildiğinde, “Buraya kadar artık ben yokum Köşk’e gelmiyorum, basın müşavirliğini de siz yapıyorsunuz zaten. Açıyorsunuz istediğiniz gazeteci ile konuşuyorsunuz. Bize pek ihtiyaç yok orada” dedim. “Bırak şimdi, beni yarı yolda bırakıyorsun. Peki kim olacak senin yerine?” diye sordu.

Bir iki isim konuştuk rahmetli Büyükelçi Kaya Toperi’nin adını gündeme getirdim. Zaten onu Basın Yayın Genel Müdürü yapmıştık. “Hazır Ankara’da bu işi de ona veririz o kurumdan da istifade etmiş oluruz” dedim. Toperi o göreve geldi.

Meclis’ten yemin günü çıkarken beni arabasına aldı. Fraklı, selamlayan kendini uğurlayan bütün milletvekillerine el sallıyor. Ben de salladım, o fotoğraf öyle oluştu.

Köşk’teki meşhur ilk fotoğraflarını ünlü fotoğrafçı Erol Atar’a çektirdim. Turgut Bey de çekimler sırasında “Gel ben de senin fotoğrafını çekeyim” dedi -hala içerde asılı- ve ayrıldım.

Bir ay Mersin’de bir arkadaşımın yanına gittim ortadan yok oldum. Bütün polis beni arıyor. Böyle gitmeme çok üzülmüş. Ankara'ya döndük. Evin etrafını polisler çevirmiş. Tabii ki gittik Köşk’e.

“Neredesin Can’ım, insan veda etmez mi?” dedi.

“Gelsem beni ikna edecektiniz, ayrılamayacaktım. Onun için gittim” dedim.

Önüme bir kağıt fırlattı, “Al bunu oku” dedi.

Baktım Resmi Gazete… Cumhurbaşkanlığı, Çevre ve Turizm Başdanışmanı diye bir ay önce kararnamemi çıkartmış. “Odan hazır, hiç benimle konuşma git orada otur” dedi. Cumhurbaşkanımızla çalışmamız da böyle başladı. Ölene kadar da gece gündüz yine hep beraberdik. On senemiz böyle geçti kendisiyle. Özal inanılmaz, müthiş bir adamdı. Korkunç çalışkandı. Hala Özal'ı kim öldürdü filan diye konuşuyorlar ya bakmayın. Özal çalışmaktan öldü. Günde 20 saat çalışıp dört saat uyuyan bir insandı. Birçok ameliyatlar geçirmiş olmasına rağmen sabaha karşı saat dörtte telefon ederdi. “Neredesin” diye. Yatıyorum efendim, diye cevap verince “Ya ben çalışıyorum kalk gel” derdi. Gidince bakardım bütün bürokratları toplamış toplantı yapıyor. Saat beş buçukta toplantıdan ayrılır eve giderdim, yatardım. Saat yedi buçukta telefon ederdi: “Neredesin ya, gazeteleri getirmedin hala” derdi.

Tempo böyle bir tempo. Müthiş bir insandı. Çok insancıldı. Beraber çalıştığı bütün bürokratlar için bir ağabey, bir antrenör gibiydi. Nitekim o dönemin bütün bürokratları, hatıralarında hep anlattılar. Müthiş bir lokomotifti. Müthiş bir liderdi. Bürokrasi lideriydi, devlet yönetme konusunda Allah vergisi midir, daha önceki tecrübeleri mi, inanılmaz bir insandı. Masanın iki tarafına da oturmuş biriydi. Hem özel sektörde çalışmış hem devlette çalışmış, her konuyu gayet iyi bilen muhteşem ama çok pratik bir insandı.

Bir örnek vermek gerekirse mesela cebimizdeki ehliyetler… Bir gün not tutmam gerekti. Cebimden kağıdı kalemi çıkartırken yere ehliyetim düştü. O zaman ehliyetler, sayfalarla.

Onun Amerikan ehliyeti var, oradan almış. “Bu nasıl ehliyet sayfalarla, dünya böyle kart kullanıyor. Aç Emniyet Genel Müdürlüğüne, karta geçsinler” dedi. O zamanlar Emniyet Genel Müdürü Saffet Erkan Bedük, İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli… “Emrederler” dediler. Ama 15 gün ses yok. Çok takipçi bir insandı. “Can ne oldu bu ehliyetlere aç sor kardeşim” dedi. Sorduk, önce kem küm ettiler sonra baklayı ağızlarından çıkardılar. “Bütçemizde böyle bir kalem yok, böyle bir para yok. Onun için bir şey yapamadık” diye cevap verdiler. Rahmetli Özal’a iletince çok büyük tepki gösterdi. “Bağlayın bana telefonu” dedi. Sert çıktı: “Ne demek tahsilat yok. Yoksa 15-20 gün sonra bu söylenmez. Ayrıca birçok tahsisatınız var, oradan bir kısmını aktarırsınız sonra bütçe zamanı onu karşılarsınız. Böyle işi yavaşlatma var mı, 10 güne kadar önümde olacak” dedi. 10 gün sonra ehliyetler hazırdı. Pratik bir adamdı, müthiş pratik zekası vardı, kuvvetli ve bilgili bir adamdı.

“ÖZELLEŞTİRMEYİ TÜRKİYE'YE GETİREN, BAŞLATAN ÖZAL'DIR, AMA BİR SİSTEMLE… EN İYİ, EN BİLGİLİ, EN DONANIMLI İNSANLARLA ÇALIŞIRDI, BEN ADAMIN İŞİNE BAKARIM, DERDİ”

- Sayın Pulak, çeşitli yerel yayınlarda yazılar yazmaya devam ediyorsunuz. Son yazılarınızdan birinde “Beni kalp krizi, trafik kazası değil memleketimin durumu öldürecek” diye yazdınız. Rahmetli Özal sağ olsaydı Türkiye nasıl olurdu sizce?

- Çok farklı bir Türkiye olurdu. Onun için de takunyalı, dinci dediler yıllarca.  Turgut Bey gerçekten dindar bir insandı. Namazını kılan insandı. Fakat iki konuyu birbirine karıştırmazdı. Dini siyasete alet etmemeye çalışırdı. On sene ben gece gündüz beraber çalıştım, dindar insanlar, tarikat liderleri onu çok severler, sayarlardı. Ama o hiçbir zaman onları devlete yaklaştırmaya çalışmadı. Onları devletten uzak tutmaya çalıştı. “Herkes düşüncesinde serbesttir, isteyen istediği gibi düşünmekte eylem yapmadıkça serbesttir” derdi.

Ekonomi açısından da büyük bir liderdi. Dünyadaki gelişmelere paralel hareket ederdi. O dönemlerde özelleştirme gündemdeydi. İngiltere'de çok büyük özelleştirmeler yapılıyordu. Thatcher ile çok yakın dostlukları vardı.  

Özelleştirmeyi Türkiye'ye getiren, başlatan Özal'dır. Ama bir sistemle… Bürokratlar zarar eden yerleri söylerlerdi, karar alınır ama önce Devlet Planlama Teşkilatı’ndan geçecek. Onlar gerek görürse karar veriliyordu. En iyi, en bilgili, en donanımlı insanlarla çalışırdı. “Ben adamın işine bakarım” derdi.

Bu konuda bir hatıra anlatmak isterim. Bir gün rahmetli Adnan Kahveci geldi. Özal yeni bypass ameliyatı olmuş, dönmüş. “Ya Can, bizim patron ne yapıyor, anlayamadım. Solcuları işe alıyor, onlardan müşavir yapıyor” dedi. Kim diye sordum. “Gündüz Aktan” diye cevap verdi. Aktan rahmetli Ecevit’in prensi. Kahveci “Gözlerimle gördüm kararnameyi” dedi. “Yürü gidelim” dedim, atladık rahmetli Kahveci ile çıktık Çankaya’ya. Ben kapıyı çaldım, biriyle konuşuyor cumhurbaşkanı. “Gel Can” dedi.

Adnan’a döndüm arkamda yok, ben de adımımı atmış bulundum. “Hayrola” dedi. “Efendim böyle böyle haber aldık, solcuları alıyormuşsunuz” dedim. Cevap olarak “Öyle beş tane solcu daha bulursan bana getir. Ya Can sen insanları seven bir yapıya sahipsin, adam harika bir adam. Bana ne solculuğundan işine bulaştırmasın yeter” dedi.

Sonra Gündüz Aktan ile çok yakın arkadaş olduk ve bir demecimde itirafta bulundum, bir kez hayatımda haksız bir yorum yaptım diye. Türkiye'nin en kıymetli insanlarından biriydi Gündüz Aktan ve nitekim çok hızlı terfi ederek sonra Atina’da çok başarılı büyükelçilik yaptı.

Bir gün benim evde Tunca Toskay ile yemek yiyoruz. Kapının önünden bir adam geçti, “Afiyet olsun” dedi. Buyur ettik. Neler yapıyorsun diye sorduk. "Bir otel yapıyorum burada karşı koyda” dedi. Yasak olduğunu, yıkılacağını söyledik, “Abi benim cesedimi çiğnemeden kimse yıkamaz, bir şey olmaz bana Türkiye’de her şey kaçak” dedi. Ertesi gün Köy Hizmetleri’nden bir dozer istedim. Sabah erken girdik dozerle araziye. Bu yataktan fırlamış pijamalarla çıktı. Dozerin önüne yattı sonra beni görünce şaşırdı. “Demedim mi devlet yıkar diye” dedik ve tabii yıktık…

“BODRUM'UN HER TARAFI KAÇAK, ÇOK DA İYİ BİR BELEDİYE BAŞKANIMIZ VAR, DÜZGÜN, NAMUSLU İYİ BİR İNSAN AMA ÖNLEYEMİYOR KAÇAĞI, MAFYA DA BURADA ZENGİN MÜTEAHHİTLER DE…”

- Şimdi sizin basındaki çalışmalarınızdan ötesinde çevre ve doğa savunucusu oldunuz hem mesainizle hem emekliliğinizden sonra…. Sizce neler oluyor? Neler yapılması lazım?

- Yapılması gerekeni biz zaten yapmıştık, Özel Çevre Koruma Kurumu'nu kurmuştuk. Türkiye'nin en güzel, en değerli yerlerini koruma altına almıştık. Okluk koyu dahil o koruma bandı içindeydi. Çevre Bakanlığı'nı kurmuştuk. Bu bakanlığı kurmamızın sebebi, dünyada Birleşmiş Milletler'in büyük fonlarını alabilmek için Çevre Bakanlığı'nın olması lazımdı.

Bakanlığın kurulması ilk başlarda faydalı olmuştur. Fakat Özal sonrası dönemlerde Orman Bakanlığı şemsiyesinin altına girdi. Başka bakanlıkların altında sadece adı kaldı. Şimdi de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, iki tane dinamiti yan yana koydular. Çevre ve turizm desen olur. Ama şehircilik betonu dökecek çevrenize binalar dolacak. Fakat bu konuda bilinçli, Türkiye'nin yetişmiş iyi elemanları maalesef dağıldı. En iyi kurumdu benim kurduğum, Özel Çevre Koruma Kurumu.

Bununla ilgili de güzel bir hikaye var. Katrancı koyu vardır Fethiye'de, çok değerli bir koy. Orası için Amerikalılar da büyük projeler getirdiler. Hepsini geri çevirdik. Hiçbirini yaptırmadık. Kontroller için yola çıktım, uğradım oraya. Baktım ki demirler, çimentolar koymuşlar. Ne bu dedim bekçiye. “Kürt İdris adlı kişi inşaata başlıyor” dedi.

O dönem Mehmet Ağar, İstanbul Emniyet Müdür Muavini, telefon ettim. “Bana Kürt İdris’in telefonunu ver” dedim. “Hayrola Can abi” dedi. Neyse verdi telefon numarasını aradık, adamları çıktı.

“Ben Kürt İdris’in büyük babasıyım.  Benim adımı yazın oraya, telefon numaram şu. Katrancı koyundaki demirlerle çimentoları oradan 48 saat içinde kaldırmazsa hepsini denize atıyorum” dedim.

İki gün sonra kendisi aradı: “Ağam ben seni araştırmışım. Benim seninle bir hesabım yok. Ben anlaşmıştım. Büyük bir paraya o işi yaptıracaktım. Fakat şimdi hepsini çekiyorum. Hiç merak etme… Söylediğin zaman içinde çekeceğim.” Adam sözünde de durdu.

Rahmetli Erdal İnönü çok sevdiğim bir insandı. Basın toplantısı yaptı: Bir koyu nasıl CHP kurtardı diye. Açtım telefonu “Ya abi vaziyetin doğrusu şu. Düzeltin yoksa ben basıp toplantısı yapacağım” dedim. Rahmetli, Fethiye İlçe Başkanı'nın, Muğla İl Başkanı'nın canlarına okudu. Sonra da bir açıklama yaptı.

Bir gün Gökova'da Almanya'dan gelen bir işçinin, arazisine yapmış olduğu evleri tesadüfen tespit ettik. Benim evde Tunca Toskay ile yemek yiyoruz. Kapının önünden bir adam geçti, “Afiyet olsun” dedi. Buyur ettik. Neler yapıyorsun diye sorduk.  Bir otel yapıyorum burada karşı koyda” dedi.  

Yasak olduğunu söyledik, “Ne yasağı ağabey ben yaparım” dedi.

Devletten izin alması gerektiğini, belki günübirlik turizm için izin alabileceğini, başka şekilde yıkılacağını söyledik. “Abi benim cesedimi çiğnemeden kimse yıkamaz, bir şey olmaz bana Türkiye’de her şey kaçak” dedi.

Ertesi gün Köy Hizmetleri’nden bir dozer istedim. Sabah erken girdik dozerle araziye. Bu yataktan fırlamış pijamalarla çıktı. Dozerin önüne yattı sonra beni görünce şaşırdı. “Demedim mi devlet yıkar diye” dedik ve tabii yıktık…

Türk'ün aklı gözüdür. Türk gözüyle görecek. Onu gördüler. O dönemde hiçbir yere bir çivi çakılmadı. Kanun, yasa,madde dinlemez. Kararını alacaksın, yıkacaksın, bitecek. Bodrum'un her tarafı kaçak, çok da iyi bir belediye başkanımız var. Düzgün, namuslu iyi bir insan. Ama önleyemiyor kaçağı. Mafya da burada zengin müteahhitler de…

“BUGÜN ÇEVRE ALLAH'A EMANET ŞEKİLDE GİDİYOR, SADECE DENİZLER DEĞİL, HAVAMIZ DA KİRLENİYOR, DOĞAL GAZ OLAN YERLERDE BİLE UCUZ LİNYİT YAKILMASINA GÖZ YUMULUYOR”

- Bu tüm dünyayı ilgilendiren hayati konuda neler yapılmalı, nasıl çözümler üretilebilir?

- Benim görüşüm devletin çevreyi fazla koruma gayreti kalmadı. Zihniyet farklı. Okluk koyu, Karacasöğüt benim köyümdür. Şimdi orada saray yapılıyor. Halbuki ben rahmetli Özal'a orada bir kulübe yapmıştım. Kulübe yapmamın sebebi de şuydu. Camp David’te ABD Başkanı'nın yazlığına gittik. Üç gün kulübeden hallice yer yerde ağırladı bizi. İki kulübe de korumalar ve çalışanlar için var hepsi bu.  

Dönüşte, “Bakın koca ABD başkanı ne kadar mütevazı bir yerde oturuyor, biz de yapalım” dedim. “Sakın bir şey yapmayalım, muhalefet para yok pul yok, bunlar neler yapıyorlar diye canımıza okur” diye cevap verdi.

Orası istatistiğin arazisiydi, bir bekçi kulübesi vardı. Bir gün rahmetli Özal'la çıkıp orada yürürken bana dedi ki “şuradaki bekçi mi mutlu ben mi mutluyum. Ben başbakanım. Şu adamın yerinde olmak isterdim.”

“Size yapalım” diye cevap verdim.  “Nasıl yapacaksın” diye sordu.  İstatistik’ten maliyeye devrederiz. Onlara Mersin'den bir kamp yeri verdiririz. Maliye de Cumhurbaşkanlığı’na devreder, sonrasını ben hallederim” dedim.

“Başımı belaya sokma” deyince “Merak etmeyin” diye cevap verdim. Dönemin Vakıflar Bankası Genel Müdürü'nün ilan fonundan katkısıyla kulübeyi onardık bahçe yaptık etrafını telle çevirdik.

Rahmetli Özal orada üç buçuk sene tatil yaptı dönemin Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, Pérez de Cuéllar’ı orada ağırladık.

Şimdi ağaçlar kesildi, beş dönüm içinde 50 yıl önce yaptığım evim vardı, kızdım sattım üç paraya…

Bugün Özel Çevre Koruma Kurumu lağvedildi. Yerine Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu oldu. Yıllarca yetişmiş olan bütün bürokratlar dağıtıldı.

Bugün çevre Allah'a emanet şekilde gidiyor. Sadece denizler değil, havamız da kirleniyor. Doğal gaz belli yerlerde var, ama doğal gaz olan yerlerde bile ucuz linyit yakılmasına göz yumuluyor. Ankara'nın bizim ithal kömürden temizlemiş olduğunuz o güzelim havasını linyitle tekrar bozuldu.

“DENİYOR Kİ SUYU TASARRUFLU KULLAN, KITLIK GELİYOR, YARIN YÜZÜNÜ YIKAYACAK SU BULAMAYABİLİRSİN, ÇİMLER SULANIYOR, HAVUZLAR DOLUYOR, ARABALAR YIKANIYOR, SU KITLIĞI KİMSENİN UMURUNDA DEĞİL”

- Çevre konusunda vatandaşın bilinçlenmesi yolunda neler yapılabilir?

- Ben vatandaşımı artık tanıyamıyorum. Bizim zamanımızda da cehalet vardı ama ölçülü bir cehaletti. Devletten korkan, devletin aldığı tedbirlere uymak zorunda kalan bir yapısı vardı.

Bugün deniyor ki suyu tasarruflu kullan, kıtlık geliyor, yarın yüzünü yıkayacak su bulamayabilirsin. Çimler sulanıyor, havuzlar doluyor, arabalar yıkanıyor. Su kıtlığı kimsenin umurunda değil.

Ekonomik dar boğazdasın, tasarruf gerekli deniyor. Akaryakıta zam üstüne zam geliyor. Ama herkes yollarda trafik iki misli tıkanıyor.

Birçok işyeri çalışacak adam arıyor. Devlet yardımı, işsizlik parası alanlar yevmiye ile dünyayı kazanıyor.

Türkiye'nin ormanları yanıyor diye üzülüyoruz. Ormanlar yanıyor ama ya kesilen ağaçlar. Onun iki misli, üç misli.

Elli milyon fidan diktik deniyor, beş yüz elli milyon fidan diksen o fidanların büyümesi elli sene, onun da zaten büyük bir kısmını keçiler hallediyorlar. Kendi kendimizi kandırıyoruz. Bir program yok, eskiden planlama olmadan hiçbir şey yapılmazdı.

Tarımına bakıyorsun, kendi kendine yeten yedi ülkeden biriyken bugün her şeyimizi dışarıdan almaya başladık. Şimdi böyle bir ortamda çevre konusunu kime ne söyleyeyim? Halkın gözünde sadece para var bugün.

Çevre konusu çok ciddi bir konu. Bu o ciddiyet bugünkü yönetimin de üzerinde bir ciddiyettir. Çünkü hükümetler gelir gider. Ama çevre gitti mi bir daha geri gelmiyor...

Türkiye'nin enerjiye ihtiyacı var. Elbette ki santrallerimiz olacak. Ama muhteşem ormanları mahvederek altından kömür çıkararak yapılmamalı bu. Rüzgar ve güneşten en üst seviyede yararlanılmalı.

Çevre ve milli değerlerimizin daha fazla korumamızın giderek de zorlaşacağını görüyorum. Zararının neresinden dönersek kardır. Bir zihniyet değişikliği olursa hiç değilse bundan sonra sonrakilerin korunabilmesi konusunda bazı şeyler yapabilir.

“DENİZLERİMİZ TEKNELERDEN ÇOK KARADAN KİRLENİYOR, BÜTÜN HER ŞEYİMİZİ DENİZE DÖKÜYORUZ, DENİZLERİMİZİN GİDEREK DAHA KİRLENMESİNE RAĞMEN CİDDİ BİR TEDBİR YOK”

- Üç tarafı denizle çevrili bir ülke olarak denizlerimizin kirliliği de önemli bir sorun değil mi?

- Denizde olanların farkında hiç değiliz. Küresel ısınmanın bizim denizlerimize ne gibi etki yaptığının da farkında değiliz. İnsana zarar veren balıklar, deniz anaları ve canlılar görülüyor artık. Örneğin balon balığı, tenekeyi ver, ısırıyor.  Hiç alışmadığımız yeni yaratıklarla burun burunayız. Denizlerimiz teknelerden çok karadan kirleniyor. Bütün her şeyimizi denize döküyoruz. Arıtma adına saçma sapan işler yapıyoruz. Denizin ortasına kadar indiriyoruz boruları. Güya oraya su tasfiyesi yapıyoruz ama Bodrum’da üç tane var üçü de çalışmıyor. Denizlerimizin giderek daha kirlenmesine rağmen ciddi bir tedbir yok.

Çevre konusunda yurt dışından bir örnek vermek isterim. Daha önce THY’de çalışan dostum Uçal Dalgıç Viyana’ya yerleşti arada konuşuyoruz. Oradaki tedbirleri anlatıyor.  Oturduğu apartmandaki havuzu kapatmışlar. Araba yıkamayı, çim sulamalarını durdurmuşlar. Sadece belediyeninkileri belediye kendisi arıtma suyla sulayacak. Kullanma suyunun da fiyatını beş misline çıkarmışlar, o fiyatı görünce herkes tasarrufa başlamış.

Türkiye düzelmeye karar verirse düzelir. Düzeltebilecek kafalar da, dinamizm de var. Ben böyle konuşmalar sonucu çok moralim bozuk olduğu zaman İstanbul'dan Kocaeli'ne doğru giderim. Şöyle fabrikalara bakarım sağlı sollu. Sonra Mersin'den Antalya'ya neler yapıldığına bakarım.  Biz iyi yönetilince müthiş bir toplumuz aslında. Bizim 60’lı yıllarda şehir görmeden Almanya’ya gönderdiğimiz insanların çoğu iş adamı oldu yanında Almanları çalıştırıyor. Çünkü sisteme gittiler. Sistem onların hepsini adam etti.

Küresel ısınmanın bizim denizlerimize ne gibi etki yaptığının da farkında değiliz. İnsana zarar veren balıklar, deniz anaları ve canlılar görülüyor artık. Örneğin balon balığı, tenekeyi ver, ısırıyor. Hiç alışmadığımız yeni yaratıklarla burun burunayız.

“BİZ TURİZMDEN PARA KAZANIRIZ ZANNEDİYORUZ, BU KADAR GÜZEL BİR ÜLKE İÇİN 30-40 MİLYAR DOLAR KAZANDIĞIMIZ ZAMAN REKOR KIRDIK DİYORUZ, BU ÜLKEDEN 300-400 MİLYAR DOLAR KAZANMAMIZ LAZIM”

- Biraz da turizmi konuşabilir miyiz?

- Türkiye turizmde yaratan bir ülkeydi, tuğla tuğla üstüne koyarak inanılmaz başarılar elde etti. Bütün dünyanın parmak ısırdığı dünyanın en güzel otellerine sahip ve çok iyi turizm yapan da ülke olduk.

Şimdi geri gidişimizde dünyadaki ekonomik gelişmelerin de, iklimsel gelişmelerin de, dünyadaki olayların da büyük rolü oldu ama burada bizim önümüzü iyi göremememizin, tedbirlerimizi iyi alamamamızın çok büyük bir rolü olduğu mutlak.

Bugün Türkiye ekonomisi nedeniyle pahalı bir turizm ülkesi haline geldi. Yunanistan ve İspanya bizden şu anda çok daha ucuzlar. Bütün trafik o tarafa doğru kaydı.

Üstelik bugün turizmin başında -tüm eleştirilere rağmen- konularını çok iyi bilen bir bakan var. Bana göre çok da iyi çalışıyor. Yiğidi öldür, hakkını ver. Fakat o yetmiyor. Çünkü turizm öyle bir sektör ki, hava soğusa turizm zatürre oluyor. Birisi bir demeç veriyor haydi iptaller başlıyor. İyi bir planlama yapılmalı… Hangi konularda gelişilmeli, kayak turizmi mi, deniz turizmi mi, doğa mı, bunların hepsi planlanmalı. Ne kadar otele ihtiyaç var saptanmalı. Bugün dünyanın en güzel otellerine sahibiz ama Bodrum'da iki ay çalışıyor oteller sonra bomboş. Bu oteller dolmadan niye yeni otel izni veriliyor? Ekonomi nedeniyle işçi ücretleri, elektrik harcamaları, bütün girdiler hayli artıyor. Bu maliyetlerle giderek her şey zorlaşıyor.

Her şey dahil sisteminin en iyisini Türkiye yaptı ama artık terk edilmesi gereken bir sistem. Otellerin artık bunun en iyisini yapma gücü kalmadı. Biz turizmden para kazanırız zannediyoruz. Bu kadar güzel bir ülke için 30-40 milyar dolar kazandığımız zaman biz bu sene rekor kırdık diyoruz. Bu ülkeden 300-400 milyar dolar kazanmamız lazım.

İç turizmin de çok güçlü olması lazım. Boş duran yatakları iç turizmde doldurabiliriz. Bütün dünyada olan gençlik turizmi Türkiye'de yok. Bunlar devletin imkanlarıyla teşvik edilebilir, otellerden kontenjanlar alınabilir.

Emekli turizmi yok bizde. Adam evinden çıkıp bakkala gidemiyor, imkanı sınırlı. Emekli turizmi başlatılabilir. İzcilik, Kızılay kampları gibi eskinin iyi uygulamaları güne uyarlanabilir.

Bunların hepsini bilimsel bir şekilde bir torbaya yeni baştan doldurup programlamak lazım.

Turizm Vakfı'nı rahmetli Vehbi Koç'la beraber kurduk, Antalya'daki uygulamalı oteli ilk defa biz başlattık. İnanılmaz iyi öğrenciler yetişti, personeli hoca yaptık bizim çok iyi hocalarımızı yetiştirdiler. Sonra o da bitti.

Rahmetli Özal, dünyada golf turizmini inceleme görevini bana verdi. Bakan İlhan Aküzüm ile birlikte üç beş ülkeyi gezdik. Sonra Amerika'ya ve Japonya'ya gittim. Sonra 600 sayfa bir rapor hazırladım.  

Türk Hava Kurumu başkanı arkadaşım Prof. Atilla Taçoy “Sen denizcisin sana havadan bir mavi yolculuk yaptırayım” dedi. Havadan kıyıların fotoğraflarını çekerken, Belek’in harika kumsal ve müthiş orman görüntülerini de aldım…

Turgut Bey, hafta sonu beni bulamadığını sorunca, havadan mavi yolculuğu anlattım. “Bana da yaptır” dedi. Belek’e gelince orayı kendisine önerdim ve o tesisler öyle gerçekleşti. Bugün Belek Dünya golf destinasyonunda çok önemli bir noktaya geldi. Bu tip çalışmaların hepsini planlayarak, düşünerek, dünyadaki gelişmeleri izleyerek yapmak lazım.

Bu konuda bir milli konsey kurup bu işe emek vermiş, bilen kişilerden bir ortak görüş ortaya çıkarmak ve ortak görüşü de bir Türk turizm politikası haline getirmek ve yanlışlarımızı da törpülemek lazım.

Ama ben “Şu Çılgın Türkler”e çok güvenirim. Bak, Atatürk görüldüğü yerde tutuklanacak, idamı çıkmış kişi olarak vapura biniyor Samsun'a çıkıyor. Her tarafta aranırken Erzurum’da kongre yapıyor sonra bu cumhuriyeti kuruyor. Bizim milletimizin tüm sıkıntılara katlanma ama bıçak kemiğe dayandığı zaman da her şeyi başarabilme yeteneği vardır. Şu Çılgın Türkler her şeyi yapabilir…

Engin Akçakoca: Sayın Şimşek çok zor bir işe girdi

Prof. Dr. Emre Erdoğan, Fransa’daki ‘genç ayaklanma’ya teşhisi koydu!

Büyükelçi Uluç Özülker’den Fransa’yı yakan ‘genç öfke’ye çarpıcı bakış

ÖTV'de zam sinyali var mı, araç krizinin sırrı ne? Levent Köprülü anlatıyor

Kurban neden pahalı? Şok yanıt Tarım Ekonomisti Ahmet Atay’dan

Pistlerin cesur Türk kızı Tüfekçioğlu motosikletin sırlarını anlatıyor

 

Site adresi: https://www.finansingundemi.com/haber/ozalin-bilinmeyenleri-can-pulak-sir-yillari-anlatiyor/1753581