FINANSGUNDEM.COM - DIŞ HABERLER SERVİSİ
Görevden yakın zamanda ayrılan Sacit Cavit, 2010 yılına kadar bankacıydı. Daha sonra siyasete atıldı. On yıl içinde İngiliz muhafazakar partide beş kabine görevi yerine getiren Cavit nihayetinde Johnson-Cummings sendromuna yenik düştü. Şimdi arka sıralarda yaralarını sarıyor ve ABD bankası JP Morgan’daki eski görevine dönmeye hazırlanıyor.
Bankalarla ilgili bu durum ne anlama geliyor? JP Morgan’ın en başarılı olduğu alanlardan bir tanesi siyasilerle olan iyi ilişkileri. İngiliz hükumetinin ticari atama komitesi bu tür işleri “iyilik beklentisi” karşılığında koruyor. Bankalar konusuna gelince bu durum bir şaka halini alıyor. Belediye ve hükumet şimdilerde sokakta birlikte yürüyen iki arkadaş gibi, gözlerini halkın parasına dikmiş durumda. Orta çağlardan beri, İngiliz ekonomisi Belediye ve meclis arasında, finans piyasaları ve siyaset arasındaki ilişkiden beslendi. Sakson İngilteresi’ni yıkan Fatih William bile, gelirlerin sabit kalması için, Londra şehrinin ekonomik bağımsızlığını korumuştu. Boris Johnson da şu an aynı bu şekilde davranıyor.
Londra, İngiltere’nin yarım yüzyıldır yaşadığı sanayisizleşme sürecinde bir istikrar kaynağı oldu. Ancak mevcut gücüne Nigel Lawson’ın 1986 yılındaki Big Bang’ine kadar ulaşamadı. Eski kafalı oligopolistik bir kulüp birden bire açıldı ve batıdaki en büyük para piyasası haline geldi. 1990’ların özelleştirme patlaması sırasında, hükumetler tavsiye için büyük ticari bankalara ve beş büyük finans şirketine yaklaştı. Londra’ya tüm dünyadan kaynak akıyordu ve bu miktar yıllar içinde giderek arttı. O zamanlardan bu yana dikkatlerin çoğu düzenlemedeki uygunsuzluğa yoğunlaştı. Bu durumu engellemek için yürürlüğe sokulan reformlar, şaşırtıcı büyüklükteki vergi kaçakçılığını, offshore sığınakları ve “Londra çamaşırhanelerini” durdurmaya çalıştı. Ama sonunda konuşan para oldu: Rusya, Körfez, uzakdoğu ülkeleri ve diğer bir çok yerden gelen para baskın çıktı.
Londra şehri ve meclis arasında karşılıklı bir bağımlılık var. Geçtiğimiz 20 yıla bakıldığına, hazine bakanlarının, belediyelerde önemli görevlere geldiğini gördük. Ama asıl mesele geldikleri görevler değil, her hükumet ve meclis çalışanının zihninin ardındaki bilgi. Bankalarla iyi geçinirseniz, onlar da sizinle iyi geçinir. Hükumetin ekabirleri, sosyal sorumluluğa ilgi duymuyor.
Gordon Brown yönetimi altında, UBS Warbug’dan Shriti Vadera, çalıştığı banka ve belediye arasında bir köprü olmuştu. Bunun sonucunda, çalışma bakanı olarak göreve geldi. 2008-2009 yıllarının kredi krizinde belediyenin yardımına koşmuştu. Hiçbir İngiliz bankacı, New York’ta ya da İzlanda’da olduğu gibi tutuklanmadı ya da hapse atılmadı. Barclays’in başarısız bir şekilde dava edilmesi sürecindeyse sebep, hükumetin yardımına koşmamış olmasıydı.
Korona virüs krizi sırasında hazine, büyük borçlarını idare etmesi için belediyeden yardım istedi. Başbakandan açık bir şekilde talimat aldığı gözlenen maliye bakanı Rishi Sunak’ın nakite sınırsız bir erişimi var. Ama her bir kuruşun da bir bedeli olduğunu unutmamak gerek. Hükumet bonolarının alıcıları, her bir vergi mükellefi namına para kazanırken, diğerleri de bonoları açık arttırmalarda satıyor. Hazine, Bank of England ve takas bankaları arasındaki milyarlarca sterlin akışı, birçok insanın kaybı uğruna, diğerlerini oldukça zengin ediyor.
Ekonomik kriz ilk ortaya çıktığında hazinenin ilk içgüdüsü, parayı firmalara ve kişilere aktarmamak oldu. Bu tutumu Avrupa ve ABD’deki hükumetler de sergilemişti. Bunun yerine bankalara 330 milyar sterlin aktarıldı. Bankalar bu miktarı ihtiyaç sahibi işletmelere %100 teminatlı borç garantisiyle vermeyi reddettiğinde, Sunak bankaları korudu ama yine de hibe yerine borç olarak verilmesinde ısrarcı oldu. Sonuç olarak bu Eylül ayı nasıl karantinanın “işsizlik ayı” olacaksa, önümüzdeki Mayıs ayı da iflaslar ayı olacak.
Bu politikalar adam kayırmacılıkla yolundan sapmış görünüyor. Sunak’ın ücretsiz izin planı kesinlikle kısa vadede birçok İngiliz çalışan için cömert bir katkıdı. Ancak Sunak’ın bankalara karşı olan cömertliğinin sınırı yok. Asıl sorun şu ki, 2008 yılında olduğu gibi, bankalar parayı muhafaza etti ya da hisse satın aldı. Larry Elliott’un da The Guardian’da yazdığı gibi bu ekonomiye yardımcı olmak yerine, varlıkların değerini temelsiz bir şekilde yükseltti. Devlet tarafından bankalara refah yardımı yapıldı ancak bu yardım kişileri görmezden geldi. Bu paranın tamamı olmasa da büyük bir bölümünün vergiden düşülmesi gerekecek. Hazine’nin yardım helikopteri bankaların üzerinde inişi bekliyor.
1950’lerde Başkan Eisenhower, kişisel kazanç için savunma politikalarını çürüten bir askeri-endüstriyel oluşuma karşı uyarmıştı. Benzer bir siyasi-finansal oluşum an itibariyle İngiltere’de devrede. Demiryolu ve inşaat şirketleriyle yapılan görüşmelerde, ücretlerde, danışmanlıklarda ve kamu iktisadi teşebbüslerinde büyük miktarlar konuşuluyor. Bu durum özellikle Boris Johnson’ın inşaat politikalarından kaynaklanıyor.
Kapitalizmin güvencesi iki temel üzerine kuruludur: yönetimin ahlaki tehlikesi ve yetkin demokratik düzenlemeler. Bu ikisi de İngiliz hükumetinin, finans piyasalarıyla olan ilişkisi için geçerli değil. Baskı altındaki bir grup Londra’nın varlığının ekonominin geri kalanının gerçekliğinden uzak bir şekilde arttığını görüyor. Hükumetin kurumsal lobicilik faaliyetleri altında aldığı her karar, Londra ve diğer iller arasındaki uçurumu derinleştiriyor. Günlük hayat çöküşteyken piyasalar yükselişte. Rolls-Royce ve M&S mücadele veriyor ancak Lloyds ve NatWest mecliste dostları olduğunun farkında.
Bankacılık sektörünün kredi hacmi arttı
ABN Amro ve ING bireysel bankacılığa ağırlık verecek