"Epidemics and Society: From the Black Death to the Present" (Salgınlar ve Toplum: Kara Vebadan Günümüze) adlı kitabın da yazarı olan Profesör Frank Snowden'a göre bu tip salgınlar "rastgele" ortaya çıkmıyor. Snowden'a göre insanların doğal yaşama müdahalesi, kentleşme ve küreselleşme ile devletlerin hazırlıksız olması bu sağlık krizinin küresel bir krize dönüşmesine neden oluyor.
BBC Türkçe'nin sorularını yanıtlayan salgın hastalıklar ve tıp tarihi uzmanı Yale Üniversitesi'nden Emeritüs Profesör Frank Snowden, korona virüs salgının nasıl bu kadar yayıldığını anlattı.
Bu tip salgınlar toplumların, ülkelerin eylemlerinin sonuçları mı?
Epidemik hastalıklar tarihi, salgınların kesinlikle rastgele ortaya çıkmadıklarını gösteriyor.
İnsanların, hem yarattıkları hem de doğal olan çevreleriyle kurdukları ilişki ve kendi aralarındaki ilişki, mikropların, virüslerin ve bakterilerin istifade ettiği yeni çevresel milletler yaratıyor. Bu nedenle farklı topluluklar farklı hastalıklara daha hassas hale geliyor.
Örneğin, 19. yüzyıl Asya'sındaki durum bir bakıma Sanayii Devrimi'nin getirdiği, kentleşme, plansız, uygun altyapısı sağlanmayan sağlık hizmetleri, temiz suya erişim, kanalizasyon, hijyen ve aniden aşırı kalabalıklaşma gibi değişikliklerle ilintiliydi.
Bu, bakterilerin fekal oral yollarla bulaşmasını ve faydalanacağı ekolojik yaşam alanına ulaşmasını sağladı.
Bugün ise 8 milyar kişinin yaşadığı demografiyle, devasa kentleşme ve mega şehirlerin oluşumuyla, bu bölgelerin kitlesel ulaşım hatlarıyla birbirlerine bağlanmasıyla farklı türden bir toplum yarattık. Bu da bizim doğa ve hayvanlar alemiyle ilişkimizi değiştirdi.
Çünkü hayvanların yaşam alanlarını kasten, giderek artan bir hızla yok ettik. Bu da, insanların daha önce hiçbir iletişimleri olmayan hayvanlarla daha sık temas halinde olmaları anlamına geliyor.
Bu durum ne zamandır böyle?
Ebola salgınından bu yana bu durum giderek artmaya başladı. Çünkü Ebola, ormanlardaki ağaç gövdelerinde yaşayan hayvanlardan çıktı. Ormanların yok edilmesi onların da daha önce yaşadıkları yerlerin yok olması demek. Ebola'nın başında gördüğümüzü şimdi de Vuhan'da gördük. Virüs bir pazardan bulaştı ve oradan çok kalabalık bir kent toplumuna geçti.
Kitlesel toplu ulaşım da bir faktör. Vuhan'da sabah yaşanan bir olay, akşam kolaylıkla Mexico City'de veya New York'ta veya Buenos Aires'te de görülebilir.
Bu da yeni bir yaşam alanı yaratıyor ve akciğer virüslerinin havadan kolaylıkla bulaşmasına karşı direncimiz azalıyor. 1997'den bu yana H1N1 veya SARS veya şimdi de korona virüste de bu görüldü.
2008'de yeni ortaya çıkan 335 hastalık tespit edilmişti. Bu hastalıklar arasında en önemlileri ve en sık görülenleri de akciğer virüsleri.
Dolayısıyla bunlar bir anda kendiliğinden olmuyor. Toplumumuz, bizleri bu tip hastalıklara daha hassas hale getiren şartları yarattı.
Ama kentleşme, küreselleşme modern dünyada kaçınılmaz görülüyor, her şey birbiriyle ilintili ama yine de salgının bu seviyeye gelmesi engellenemez miydi?
Bu ilginç ve hayati bir soru. Belki de en önemlisi. Bu korona virüs sonunda azalacak ve biz öngörülebilir gelecekte başka zorluklarla karşı karşıya kalacağız ve bunlar da en az bunun kadar ölümcül olabilecek.
Bunu korkunç bir şey olarak görebiliriz, ama yine de, bu sadece muhtemelen daha kötüsü yaşanmadan önce bir prova niteliğinde.
korona virüsün sonunda nihayet daha hazırlıklı olacağız. Ama bu mümkün mü? Birkaç şey hatırlamamız gerekiyor. Birincisi Nobel ödüllü Joshua Lederberg'in sözleri. Lederberg, mikropların sonsuz sayıları, olağanüstü hızları ve mutasyona uğramaları nedeniyle insanlarla girdikleri yarışlarda çok daha fazla avantajları olduğunu söylemişti. İnsanoğlunun ise tek bir silahı var: Zekaları.
Buna bir ekleme yapacak olsam, zekalarının yanı sıra kapasitelerinin de işbirliği içinde olması gerektiğini söylerdim.
Dolayısıyla, bizim tek silahımız bilimsel tıp ve bilimsel kamu sağlığında vücut bulan zekamız. Bu tür salgınlarla mücadele için ürettiğimiz araçlar arasında da aşılar ve virüs karşıtı ilaçlar var. Bunu yapmak isteyip istemediğimize karar vermeliyiz, zira en az milyonlarca insan, yani soyumuz buna bağlı.
Ülkeler hazırlıksız yakalanmış görünüyor. Böyle bir duruma nasıl hazırlıklı olunabilirdi?
ABD Başkanı Donald Trump'ın "Kim bilebilirdi?" açıklaması çok üzücü çünkü bu durumu bilmemek için hiçbir neden yok. 1997'den bu yana virologlar ve kamu sağlığı yetkilileri tam da bu olayları öngörüyordu.
Her deneyimden sonra, örneğin SARS salgınından sonra acil durum planlarının taslakları yapılmıştı ve ABD Senatosu'nda görüşülmüştü. Bu planlar, federal hükümetler, eyalet yönetimleri ve CDC (ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi) tarafından hazırlanmıştı.
Ama salgın uzaklaştığı an yerini kolektif hafıza kaybı alıyor. Fonlar kesiliyor ve farkındalık unutulmaya bırakılıyor.
Dolayısıyla evet, bu tip durumlara karşı planlar açıkça hazırlanmıştı ve hassasiyetlerimizin en aza indirilmesi, ulusal, uluslararası ve Dünya Sağlık Örgütü'yle (WHO) küresel planların yürürlüğe girmesi görüşülmüştü.
WHO Genel Sekreteri Doktor Tedros Adhanom Ghebreyesus'a gerekli hazırlıkların ne olduğu soruları yöneltilebilir. Bunlardan biri ve yapmadığımız dünyada her bir bireye sağlık hizmeti ulaştırmak. Sağlık hizmetleri olmadan, kamu sağlığı yetkilileri olmadan hangi hastalıkların toplumda serbestçe dolaştığını ve hangi topluluklara bulaştığını dolayısıyla kamu sağlığı için hangi önlemlerin alınması gerektiğini bilemeyiz.
Ayrıca aşı geliştirmek için araçlara da yatırım yapılabilir. Ama araştırma ve geliştirme çalışmaları işin önemini anlamaktan yoksun bir kayıtsızlıkla ertelendi. Aynı şey antiviral ilaçlar için de geçerli. Araçlar hazır değildi.
Ne gibi değişiklikler olabilir?
Sağlık sistemimizin de yeterli araştırma (eğitimli personel, solunum cihazı, koruyucu ekipman..) kapasitesi yok. Bankalardan bu tip acil kriz ihtimaline karşı rezervlerinde sermaye bulundurmaları talep edilebilirdi. Bunların hiçbiri yapılmadı.
Dolayısıyla, Lederberg'in önerisinden faydalanamadık. Zekamızı ve kapasitemizi işbirliği içinde kullanabilseydik bu tip olaylara karşı hazırlıklı olurduk. Bu yaşanan acil durum sonunda bundan vazgeçeceğimizi umuyorum. Albert Einstein'ın dediği gibi "Aptallık, aynı hataları tekrarlayıp farklı sonuçlar ummaktır."
Eğer bu şekilde hazırlıksız devam edersek aynı sonuçları yeniden yaşarız. Eski bir sistem denedik. Ama kayıtsızlık, bellek kaybı ve en zayıf olanlara karşı insani yaklaşımın yoksunluğunda bu sistem işe yaramadı. Şimdi başka bir şey denememiz lazım yoksa gelecekte bundan çok daha kötü olacak bir acil durumla karşı karşıya kalabiliriz.
Her bir bireye sağlık hizmeti sunulması gerektiğini söylüyorsunuz ama birçoklarının işleyen bir sağlık sistemine erişimi yok. Farklı ülkeler, farklı sağlık sistemler ve fırsatlar var. Temiz suya bile erişimi olmayan toplumlar var. Bunlar dünyanın eşitsizliği, zayıflıkları açısından ne mesaj veriyor?
Çok şey anlatıyor. Pandemilerin özelliklerinden biri, bize dönüp kendimize bakmamızı sağlamasıdır.
Ayna gibidir. Aynada gördüğümüz özelliklerden biri güzel değil, giderek tırmanan, artan uluslararası eşitsizlik.
Ortaya çıkan bu oldu. Bu salgında yalnızca herhangi bir ülkedeki savunmasız insanlar acı çekmeyecek, WHO'nun da dile getirdiği gibi, en kırılgan ülkelerdeki en zayıf insanlar acı çekecek.
Ebola, 2013 ile 2016 yılları arsında Batı Afrika'da kaynak yönünden en yoksul üç ülkede görüldü. Bu ülkelerin sağlık hizmetleri için altyapısı yoktu.
Ekonomistler benden daha iyi bilirler ama, bu üç ülkede etkin sağlık sistemleri oluşturulmuş olsaydı, bunun maliyeti Ebola'yla mücadeleye harcanan fon kadar olacaktı.
Bir diğer deyişle, küresel toplum için seçtiğimiz yöntem yalnızca insanlık dışı olmakla kalmıyor aynı zamanda mali açıdan da makul değil. Acil durum bütçesinin yanı sıra pandeminin de de artan bütçesini göreceğiz.
ABD Senatosu ve Temsilciler Meclisi küresel pandemi sonucu 2 trilyon dolarlık virüs paketini oyladı. Dünya ekonomisi ve her bir ülkenin ekonomisine etkisini düşündüğünüzde, sağlık sistemi yaratmak için kullanılan bu paranın aslında hazırlık amaçlı önceden alınabilecek önlemlerin bütçesinden daha fazla olduğunu görürsünüz.
Mikro-biyodünyayla ilgili meselelerde acil durum tedbirleri her zaman daha pahalı ve daha az etkili olur. Dolayısıyla hazırlıklı olmak hem daha insani hem de mali açıdan daha uygun.
Yoksullar daha zayıf hale nasıl getirildi?
Bununla ilgili de araştırmalar var. Öncelikle, "yükselen piyasalar" veya "gelişmekte olan ülkeler" diye adlandırılan ülkelerden çok büyük sermaye kaçışı var. Pandemi sonucunda da bu, ülkelerin para birimlerinin değer kaybetmesine ve yoksulların da hayatta kalmak için gerekli ihtiyaçlarını satın alamamalarına neden oluyor.
Brezilya'nın favelalarında, Güney Afrika'nın kasabalarında, artan maliyetler nedeniyle annelerin çocuklarını beslemek için sütlerine su karıştıklarını duyuyoruz.
İşsizliğin artması da yetersiz beslenme anlamına geliyor. Bu gibi zamanlarda da yoksul kesimlerin daha da zayıfladığı, turizm gibi sektörlerin çöktüğü görülüyor. Bunun da Hindistan, Tayland, Brezilya gibi ülkeler üzerinde çok büyük etkileri oluyor.
En büyük trajedilerin henüz yaşanmadığını düşünenler olabilir. Kaynakları yetersiz olan, barınma, hijyen gibi imkanların bulunmadığı ülkeler var. Metropollerde salgınla mücadelede "sosyal mesafe" ve el yıkama tavsiyeleri yapılıyor.
Ama Mumbai'de veya Brezilya'nın favelalarında, Soweto'nun kasabalarında evsizseniz, suya, hijyene erişiminiz yoksa, bir odanın içinde üç aile yaşıyorsanız, bir mülteci kampındaysanız veya hapishanedeyseniz bu sosyal mesafeyi ve el yıkama tavsiyesini nasıl uygulayabilirsiniz ki?
Bu salgının, bizim yoksulluğumuzu ortaya çıkaracak bir salgın olduğunu görebiliyoruz. Bu yalnızca insani olmamakla kalmıyor, aynı zamanda "aydınlanmış kişisel çıkar" tezine de uymuyor.
Çünkü dünyanın yoksulları bir felaket yaşıyorsa bu çok büyük güvenlik sorunlarına, salgın hastalıklara neden olur ve gelişmiş ülkelerin pazarları olma ihtimalleri kalmaz.
Bu aslında kesinlikle faydasız bir sistem ve tamamen herhangi bir düzenlemenin olmadığı ve insani yok sayan bir şekilde tasarlanan serbest piyasa ekonomisini doğuran küreselleşmenin yarattığı olumsuzlukların bir bölümü.
Bundan daha iyisini yapabiliriz. Yeniden yapılanma sağlayabilir, kuralları değiştirebilir ve daha insani, uzun vadede bu olaylara karşı daha dirençli bir dünya yaratabiliriz.
O zaman bu olayların sonucunda yeni siyasi ve popüler hareketler oluşabilir mi?
Evet. Ayna metaforunu kullanırsak, yine karanlık hem de aydınlık tarafımızı görebiliriz. Hangisinin ortaya çıkacağını henüz bilmiyoruz.
Pandeminin gelişimini görmenin acı tarafı bu. İnsani bir yanıt mı verilecek yoksa baskıcı insanlık dışı bir yanıt mı? İkisinden birini seçebiliriz. Bu kendiliğinden olacak bir şey değil, bu insani bir tercih.
Bazıları bunu daha insani, daha sağlıklı bir dünya yaratmak için fırsata çevirmeye çalışıyor. Dünya Sağlık Örgütü Genel Sekreteri Doktor Tedros da bunu yapıyor.
Meseleyi tarafgirliğe indirmek istemiyorum ama ABD'de seçim döneminde bazıları ülkede herkese sağlık hizmetine eriğim sağlayacak bir yapının oluşması çağrısı yapıyor. Epidemi de bunun için bir örnek olarak sunuluyor. Hepimiz aynı gemideyiz, eğer bunu başaramazsak sıkıntısını herkes yaşayacak.
Ama aynada insanlığı karanlık yüzü de ortaya çıkabilir mi?
Evet, olumsuz bir ihtimal de var. Bazıları "İçimizdeki şeytanları uyandırmalıyız. Bilimsel olarak doğru olmayanlar doğrultusunda, paranoyalar hakkında konuşmalıyız" yaklaşımında. Bu daha çok şimdi Avrupa'da aşırı sağın yaptığı şey. Onlar şunları söylüyor:
"Bu göçün yarattığı bir sorun, o yüzden sınırlarımızı kapatmalıyız. Göçmenlere karşı çıkıp onları suçlamalıyız."
"Bu bir Çin hastalığı, onların suçu. Çinlilere, ülkemizdeki Amerikalı Çinlilere tepki göstermeliyiz..."
Asya kökenli Amerikalılara karşı şiddet olaylarının arttığını görüyoruz. Meselenin Asya kökenli Amerikalıların genleriyle alakalı olduğunu söylemenin bilimle hiçbir ilgisi yok. Aşırı sağcıların, Amerika'da muhafazakarların bu yaklaşımlarına, uluslararası bilime sırtlarını dönmelerine hayret ediyorum.
Covid-19'u sanki öyle bir şey varmış gibi "yabancı virüs", "Çin virüsü" veya "Vuhan virüsü" olarak adlandırmakta ısrarcı olmak bilimin inkarı, doğrulara sırtımızı dönmek demektir.
Yalnızca ABD Başkanı Trump değil, Brezilya Devlet Başkanı Bolsonaro da bu ifadeler kullanıyor.
Spekülasyonlara neden olan yalan haberi yayan, bilimi reddeden popülist aşırı sağ popülizmidir. Bu bizi bu tip felaketler karşısında savunmasız bırakıyor.
Diğer yandan Çin'in virüsle mücadelesini 'baskıcı, otoriter' olarak eleştirenler de var. Ama şimdilik yayılmasını engellemeyi başardılar. O zaman dünyada Çin'in izlediği model virüsle mücadelede örnek olarak gösterilebilir mi?
Çin modelinin bazı ülkeler tarafından yeni otoriterlik anlayışına destek toplamak için kullanılabilir, demokrasilerin bu tip krizlerle mücadelede yetersiz kaldığını söyleyebilirler.
Maalesef New York Times gazetesinde yazan Donald G. McNeil Jr da bu krizle mücadele etmenin bir yolunun "Ortaçağ" yöntemlerini izleyip, "lateks eldiven yerine demir yumruk kullanmak" olduğunu yazdı. Ama Çin'in yaptığı güvenlik kuşakları uygulayıp tamamen karantinaya almak. Ama unutmayın yaptıkları karantina ve tecritten daha fazlası. Doktorları susturdular, tutukladılar.
Çin'de serbestçe iletişim de sağlanamadı. İstatistikleri manipüle ettiler. Komşuların birbirleri hakkında casusluk yapmalarını istediler. Çin Devlet Başkanı Şi Jinping, bunu başka ülkelerde de yapılması gerekenler için tavsiye niteliğinde "model" olarak sunuyor. Ama her şeyden önce bu bir "model" bile değil.
Bu, bir acil durum karşısında Çin'in daha önceden hazırlığı, planı yapılmayan olağanüstü önlemler almasıdır, modern tıp bilimi uygulaması değildir.
"Bu yeni bir virüs ve bunun karşısında kendimizi korumak için önlemler almalıyız" diyen doktorlar susturulmuştur. Kamu sağlığı serbestçe iletişim halinde olmaya, bilgi paylaşımında olmaya bağlıdır. Bu tip otoriter önlemler bu bilimin inkarı, bireylerin iletişim hakları ile kendilerini savunma fırsatlarının ihlalidir ve gelecekte yaşanacak başka sorunlara da katkı sağlamaktadır.
Bazıları benim yaşadığım İtalya'da da benzer uygulamalar olduğunu söylüyor. Ama İtalya "Çin modelini" uygulamıyor. Uygulanan tecrit görüşüldü, karşılıklı müzakere edildi.
Önce Lombardiya bölgesinde uygulandı, komşu bölgesi Veneto ise tamamen farklı Güney Kore modelini uyguladı ve tecrit yerine kitlesel test uygulamaları ve temas takip, izleme yöntemlerini benimsedi.
Kararlar, önlemler müzakereler sonucu, seçilmiş yetkililer tarafından geçici süreyle uygulandı ve otoriterliğe sürüklenmedi. Halktan komşuları hakkında casusluk yapmaları istenmedi. Doktorlar serbest ve istekleri her şeyi söylemekte özgürler.
Halk 24 saat medya ve posterler aracılığıyla bilgilendiriliyor. Toplumlar da katılım göstermeye teşvik ediliyor. Çin'den çok daha demokratik bir model.
Lombardiya'da eşik giderek düzleşiyor, her ne kadar olaylar hala zorlu görülse de şimdilik en kötüsü atlatılmış gibi ve bu "demir yumruk" olmadan "Ortaçağ yöntemleri" uygulanmadan yapılıyor.
ABD ve Brezilya önlemleri nasıl etki yaratır?
Brezilya ve ABD'de de aslında bir "model" yok. Parçalanmış, çelişkilerle dolu, hazırlıksız ve kaos yaratan bir yaklaşım.
Vatandaşların ne olup bittiğini bilmediğini görüyoruz. Tavsiye edilen önlemlere uymadıklarını görüyoruz çünkü henüz hastalığı anlamıyorlar. Ciddiyetini anlamıyorlar.
Bir sürü şehir efsanesi dolanıyor: "Bu yabancı bir virüs", "Bu Çin virüsü" diyorlar.
Bunların hepsi ülkeyi savunmasız hale getiriyor. Ve liderleri de "Gripten, soğuk algınlığından daha kötü değil", "Gençlere bulaşmaz onlar zayıf değil" gibi yorumlar yapıyor. Bu yaklaşımlar ABD ve Brezilya'ya çok zarar veriyor.
Bunların da bir pandemiyle nasıl mücadele edilmemeli sorusuna iki olumsuz örnek olduklarını söyleyebilirim.