Türkiye-Rusya ilişkileri söz konusu olduğunda meydana gelen olayları ve/veya ani gelişmeleri salt bunların yaşandığı gerçeklikte irdelemek, gelecekte olabilecekleri kestirmek konusunda yetersiz kalacaktır.
Ticari ilişkiler, turizm, müteahhitlik, vb. hususlar önemli ve değerlidir ancak bunlar sebep-sonuç ilişkisinde tali alandadır. Zira bin yıldan aşkın bir süredir iki ülkenin tarihsel ve mekânsal hafızası sık sık kesişme göstermiştir. Bu kesişme dönemlerinde iş birliğinden daha çok karşıtlıklar, çıkar çatışmaları ve hatta düşmanlıklar egemen olmuştur. 20. yüzyılın son çeyreğinde en az 11 kez karşı karşıya gelen bu iki milletin Avrasya coğrafyasına hâkim olma mücadelesi etkileri bakımından da farklılıklar arz eder.
Amaç aynı değil
Montesquieu, “Kanunların Ruhu” adlı eserinde Türkler ve Ruslar için “Avrupa’nın ötekileri”, yani bir anlamda Avrupalı olmayan iki millet olduğundan söz eder. Bu yaklaşım aslında iki devletin karşıtlık ve iş birliği alanlarının iç içe sürdürülmek zorunda olduğunun bir ifadesidir. Özellikle Osmanlı’da ve ardından soğuk savaş döneminde temeli atılan “güvensizlik” olgusu asırları aşan bir ruha sahiptir.
Böyle bakıldığında, 17. yüzyılda Çar Petro’dan bu yana Rusların dış siyasetine yön veren eğilimlerin odağında Türkiye ve onun hinterlandı vardır. Bir başka ifadeyle, Türkistan dediğimiz Türkçe konuşan halkların olduğu bölgeler, Kafkaslar, Karadeniz ve ona eklemlenmiş sıcak denizlere açılma ideali... Ve iki temel oyun perspektifi öne çıkar.
(1) Rakiplerin ve düşmanların birbiriyle çatışmasını derinleştirecek arka kapı diplomasisi,
(2) Bir taşla iki kuş vurma stratejisi...
Örneğin, İstiklal Harbi sırasında verdikleri geçici desteğin sebebi, Boğazları kontrol etmek ve Türklerin kimi Batılı ülkelere karşı verdiği mücadeleydi. A. F. Cebesoy o dönem yaşananları şöyle anlatıyordu: “Bizi Ruslarla anlaşmaya zorlayan sebepler önemli ve hayatî idi. Rusların da bizimle anlaşmaya ihtiyaçları vardı. Fakat iki tarafı anlaşmaya sevk eden sebepler ve amaçlar aynı değil idi.” Aynı şekilde bir dönem Türkiye üzerinden Ermenileri dize getirmek istemişler ve fakat birincil çıkarları Türkiye-Azerbaycan arasındaki bağı koparmak olduğu için Ermenistan devletinin inşasını üstlenmişlerdir. İşte bu sebeple, Türkiye-Rusya arasındaki ilişkilerde her zaman bir görünür sebep ve ardından mutlaka tarihsel bir temeli olan esas sebepler zinciri vardır. Aklımıza hemen Kırım, Karabağ, vb. biçimlenmiş sorun alanları gelse de artık Suriye ekseninde yaşanan gelişmeler orta vadede bu bakış açısıyla sorgulanmak ve yönlendirilmek durumundadır.
Ateşkesle ilerleme
İşte İdlib’de gelinen nokta yukarıda yazılanların adeta bir izdüşümü gibidir. Rusya, Türkiye ile iş birliği yaparak ve Zeytin Dalı Harekâtı’nda olduğu gibi hava desteği, vb. yöntemlerle belirli bir alan açmışsa da Esad’ın, PYD terör örgütünün araçsallığını ve dahi ABD ile çizdikleri zımni sınırları Türkiye’nin yaşamsal çıkarlarına karşı bir kaldıraç olarak kullanmayı elden bırakmamıştır. S-400 kırılmasından sonra ABD ve daha genel olarak NATO’nun Türkiye’ye bakışı ve YPG-PKK ile etkileşimi Ruslar açısından Türkiye’nin tek seçeneğinin Moskova olduğu beklentisini güçlendirmiştir. Bununla birlikte, Moskova’daki PYD Ofisi orada durmaya devam etmiş ve YPG ile doğrudan ya da rejim üzerinden irtibat kesilmemiştir.
Türkiye’ye yönelik nüfus baskısı da sahadaki ilerleyiş için bir yol olmuştur. Sadece 1 Aralık’tan beri Türkiye sınırına yakın bölgelere göç eden insan sayısı 930 bine ulaşmıştır. Mevcut 3.6 milyon Suriyeliyi düşününce bu baskı Türkiye’nin kaldırabileceği bir yük değildir. Bu bağlamda 17 Eylül 2018 mutabakatından bu yana bir tür ateşkesler yöntemiyle zaman kazanılmış ve Esad’ın adım adım İdlib’e ilerleyişi sağlanmıştır. Ağustosta Hanşeyhun, aralıkta Surman, ocakta Maarat el Numan ve şubatta Serakib Rusya destekli rejimin kontrolüne geçmiş ve gözlem noktalarımız bu kontrol sahasında kalmıştır.
Yeni stratejik çeper
Moskova yönetimi her ne kadar Türkiye’nin “mutabakata göre terörist unsurlara yönelik taahhüdünü yerine getirmediği” iddiasını kullansa da BM raporlarında ölen 1700’den fazla sivilin sadece 94’ü rejim bölgesinde hayatını kaybetmiştir. Türkiye’nin bu kapsamda hata ve eksiklikleri elbette irdelenebilir ancak öyle anlaşılmaktadır ki rejim bölgelerinden sivillere yönelik saldırı katbekat fazladır. Bu ilerleyişte 2015’ten bu yana Rusların üstlendiği askeri maliyetin bir an önce minimize edilmesi gerekliliği de vardır. Ancak Putin’in Suriye’deki temel hedefi M5 ve M4 karayolunu da alarak burada Akdeniz’e konuşlu yeni bir stratejik çeper oluşturmaktır.
Yani Halep-Şam-Lazkiye ticari koridoru sadece Esad için değil Ruslar için de önemli hale gelecektir. Sembolik bir örnek vermek gerekirse Hmeymim üssünün akıbeti, Suriye’nin biraz doğusunda fosfat yataklarını işleten Rus firmalarının gelecek planlaması hatırlanmalı.
Bu, tarihsel ve stratejik Rus yayılmacılığının bir neticesi olup Rusya’nın bu yönelimle orta vadede Türkiye’nin komşusu olabileceği unutulmamalıdır. O halde şüphesiz Rusya ile iyi ilişkiler tesis edilmeli ancak karşılıklı bağımlılıkta onlar asimetrik bir üstünlük sağlamamalıdır. Türkiye açısından vazgeçilmez yol haritası, tarihten dersle çıkarıp, sağduyuyu, çok yönlü diplomasiyi ve rasyonaliteyi hâkim kılmaktır. Bu açıdan Tahran’da gerçekleşecek zirvenin iklimi ve içeriği çok önemlidir. (Kürşat Zorlu- Milliyet)