Geçen ay bu dergide 30 yıldan fazla bir süredir utanılacak bir anayasayı değiştirecek mutabakatı bile sağlayamayan toplumun, bu dönemde yapısal reform yapması için gerekli siyasi ve ekonomik iklimin uzağında olduğunu yazmıştım. Bu tespiti yaparken en büyük dayanaklarımdan biri de, yapısal reformların kısa dönemde yol açacağı maliyetlerin toplum olarak paylaşılmasının bu ortamda çok zor olmasıydı. Temelinde toplumda bireyler, kurumlar ve devlet arasındaki güven(sizlik) sorununun da olduğu bir ortamdan bahsediyordum bir bakıma. Bu konunun önemini sayfalarca anlatmak yerine aşağıdaki haritaya bakmak yeterli olacaktır.
Yandaki sayfanın alt tarafındaki haritaya ilk baktığınızda renklerin neyi simgelediğini görmeseniz ne düşünürdünüz? Çin ve Suudi Arabistan gibi resmi istatistiklerde her şeyin tozpembe gözüktüğü iki ülkeyi bir kenara bırakırsak birçoğumuz bu haritanın ülkelerin gelişmişlik ya da kalkınma seviyelerini gösterdiğini düşünürdük muhtemelen. Oysa bu harita bir ülkedeki bireylerin birbirlerine duyduğu güveni yansıtıyor. Netleştirecek olursak yukarıdaki harita "bulunduğunuz toplumda birçok insan güvenilirdir" önermesine "katılıyorum" diyen bireylerin oranını gösteriyor. Anket sonuçları 1990'h yılların başından itibaren her beş yılda bir yenileniyor. İlk önce çarpıcı birkaç karşılaştırma ile başlayalım. Kolombiya'da insanların sadece yüzde 4'ü toplumdaki bireylerin çoğunu güvenilir bulurken bu oran Norveç'te yüzde 73 civarında. Türkiye'de ise 2014 itibarıyla bu oran yüzde 12.
Hayaller muasır medeniyetlerin üzeri ama gerçekler Latin Amerika ve Afrika gibi duruyor. Türkiye'nin zaman içindeki gelişimi de bize önemli ipuçları sunuyor. Örneğin dip noktayı 1998 ve 2009 yıllarında görmüşüz. 2019 verisi gelene kadar en düşüğü bu! Peki en yüksek değere hangi yıl ulaşmışız? 2004 yılında. Dikkatinizi çekiyorum: Reformların bütün hızıyla devam ettiği (edebildiği de diyebiliriz) bu dönem aynı zamanda bireylerin birbirine en fazla güvendiği dönem.
Tabii ki bir istatistiğe bu kadar anlam yüklemenin doğruluğu tartışılır. Bir toplumda ekonomik gidişatın iyi olduğu dönemlerde bireyler birbirlerine daha fazla güvenirken işler sarpa sarınca bir anda toplumsal ilişkiler de bozulabilir. Yine de yukarıdaki haritayı Türkiye'nin hangi ülkelerle aynı ligde yer aldığını ve zaman içindeki gelişimini dikkate almakta fayda var. Hal böyle olunca birbirine güvenmeyen bireylerden oluşan bir topluma, yabancı bir yatırımcının güvenmemesinden daha normal bir şey de olmuyor. Zaten haritayı oluşturan değerlerle ülkelere yapılan doğrudan yabancı yatırımlar arasındaki bağıntıya baktığınızda karşınıza çok net bir tablo çıkıyor.
Toplumdaki bireylerin birbirine güvenmemesini bir kenara bırakıp devlet-birey ilişkisine baktığımızda da sonuç değişmiyor. Kalkınma ve büyümeyle ilgili hangi çalışmaya bakarsanız bakın, uzun dönemli sürdürülebilir büyüme ve toplumsal sermaye (social capital) arasında güçlü ve pozitif bir ilişkiye rastlarsınız. Toplumsal sermayenin temelini de bireylerin, kurumların ve devletin birbirleriyle olan etkileşimi oluşturur. Hukukun üstünlüğü, tarafsızlığı gibi -çok önemli ama artık konuşmanın da yavaş yavaş anlamsızlaştığı- konuları bir kenara bırakarak çok basit bir soru sorayım: Bu ülkede noterlik müessesinin neden bu kadar önemli olduğunu hiç düşündünüz mü? Ya da yüksek vergi oranlarını aklımızda tutarak, neden noterleri vergi rekortmeni meslek grupları içinde görüyoruz? Benim için çok net bir cevabı var: Bu ülkede başta devlet bireyine güvenmiyor da ondan. Herhangi bir gelişmiş ülkede yaşayan ya da iş yapanlara soruyorum: Kaç kez notere işiniz düştü? Ya da hangi ülkelerde daha çok notere rastladınız? Doktora yaptığım yıllarda ABD'de bizim bölümün sekreteri aynı zamanda okulun noteriydi desem inanır mısınız?
Tabii ki bütün bu güvensizliğin sonucu olarak karşımıza bürokratik bir hantallık çıkıyor. Sadece noter kurumundan bahsetmiyorum. Her gün karşı karşıya kaldığımız bürokrasinin temeline indiğinizde hep aynı şüpheliyle karşılaşıyorsunuz: Bu ülkede bireylerin, kurumların ama en başta da devletin kimseye güveni yok. Sorun, kamu kurumları ve bürokrasinin sizden istediği belgelere tek bir şifreyle online bağlanmanın ötesinde ve siyasi iktidardan bağımsız bir zihniyet sorunu.
Yukarıda da bahsettim, bu güvensizlik sorunu devlet anlayışımızla da sınırlı değil. Size hiç "micro management" yapmayan bir yönetici ya da patronla çalışmak nasip oldu mu? Dünya girişimcilik yılında Türkiye'deki girişimcilik ekosistemini inceleyip önerilerde bulunmak üzere ülkemize gelen şimdilerde de Brookings Enstitüsü'nde çalışmalarına devam eden Steven Koltai bir toplantıda söylemişti: "Bizim ülkemizde (ABD) patronlar iyi bir yönetici bulup organizasyon şemasını kurduktan sonra golf oynamaya giderler. Sizde ise daha fazla ofise geliyorlar!". Buna istisna teşkil eden kaç kişiye çevrenizde rastladınız? Bir başka örnek de, ismi bende saklı, girişimci bir işadamından vereyim. Neredeyse her gün çok iyi bir iş fikri olduğunu ama bunu ancak yazılı bir anlaşma sonrasında söyleyebileceğini belirten girişimcilerden e-posta aldığını söylemişti.
Meslek örgütlerinden örnek vererek devam edelim. Bugün ticaret ve sanayi odaları başta olmak üzere ihracatçı birliklerinden ticaret borsalarına kadar üyelik neden gönüllülük esasına göre değildir? Bunun arkasında karşılıklı bir güvensizlik yok mudur sizce? Bunun sonucunda ortaya çıkan bürokratik hantallık özel sektörün omzunda yük değil midir?
Yukarıda şahit olup anlattıklarımdan çıkardığım mesaj çok net: Güvensizlik ve beraberinde sürüklediği bütün problemler bir paket halinde geliyor. Devleti, bireyleri, kurumları ya da iş dünyasını soyutlamanız ya da problemi bunlardan herhangi birine indirgemeniz mümkün değil. O yüzden devlet de dahil olmak üzere toplumda herkesin giderek artan dozda paranoya belirtisi gösterip komplo teorileri geliştirdiği bir ortamda bu toplumun birbirine güvenip yapısal bir dönüşümü gerçekleştirmesi bana çok uzak bir ihtimal gibi geliyor. Bu durumu gören yabancı yatırımcıların uzun süreliğine buraya gelmesi ise daha da uzak bir ihtimal gibi duruyor. (Ümit Özlale/Forbes Dergisi)