Konuşurken, aman yorulmasın diye sözlerini siz tamamlamak istiyorsunuz. Yemek bahane. Restoranı olsa, sırf gül yüzünü görmeye gidilir açtığı yere. İstanbul’a niyeti de var, üstelik bekâr. Ha bir de... Yabani çilek yatağında el bebek gül bebek büyütülmüş ama Sara La Fountain’in size kuzu kelle yerken eşlik etmek gibi artıları da var.
Lifestyle köşe yazarı, moda blogger’ı, sunucu, sosyal sorumluluk insanı, yemek kitabı yazarı, yemek stilisti, ürün tasarımcısı, Elle’e göre ‘en iyi giyinen kadın’, Fotisforum’a göre ‘Finlandiya’nın en seksi kadını’ ve şef... Sizce biraz fazla değil mi?
- Bilmem, listeyi yapan sizsiniz! Evet. bir sürü konuda tutkum var. Annem sanatçıydı, babam dekorasyon uzmanı. Sanırım onlardan kalma bir gözüm var. Bu işlere başlayalı 10 yılı geçti ve o arada bir sürü proje gelişti tabii. Ama aralarından sadece kalbimin istediklerini ve bana eğlenceli gelenleri seçtim.
Belki de bu yüzden evlenmeye vakit bulamamışsınızdır.
- Belki de sebep budur. Bakalım neler olacak...
Kimliklerin birbiriyle çatıştığı olmuyor mu? Şu anda bir şef olarak İstanbul’dasınız ama bir modacı olarak Paris Moda Haftası’nı kaçırıyorsunuz.
- Böyle şeyler olabiliyor ama takılmamak lazım, İstanbul seyahatini biraz uzattım, böylece önümüzdeki hafta İstanbul Moda Haftası’nı izleyebileceğim.
Mutfakla ilgili hatırladığınız en eski şey ne?
- ABD’de doğdum ama annem Finlandiyalı. En eskisi değil belki ama asla unutamadığım bir şey var. Anneannem Finlandiya’nın küçük bir kasabasında otururdu. Bana ormanın içinde yabani çileklerin yetiştiği gizli bir yer öğretmişti. Yılın doğru zamanında orada olursanız, her taraf çilek doludur ve çilek kokusu her yanı sarmış olur. Patlayana kadar yersiniz ve en sonunda kendinizi ortalarına bırakırsınız. Sanırım o kokuyu ve o tadı hiç unutmayacağım.
Aşçı olmaya nasıl karar verdiniz?
- Yemek deyince işin içine birçok şey giriyor. Pişirebilirsin, gurme olabilirsin, köşe yazabilirsin, catering yapabilirsin... Ben de yemekle alakalı bir şeyler yapmaya karar verdiğimde ABD’ye dönüp Culinary Institute of America’ya yazıldım. Mutluyum. İleride restoranlar açmayı da düşünüyorum. Hatta biri mutlaka İstanbul’da olacak.
TV programınız için İstanbul’a daha önce de gelmiştiniz. Ne biliyorsunuz Türk yemek sahnesi hakkında?
- Sadece bir bölüm çekmek için gelmiştik ama tattıklarım aklımı başımdan aldı. Herkesin bildiği Mısır Çarşısı, Nusr’et klişelerine girmeyeceğim. Şimdiye kadarki en lezzetli reçeli burada tatmış olabilirim. Heyecanlı bir tip olduğum için ağlamaya başladım. Burada arkadaşlarım var ve onlardan Tuğba beni kelle yemeye götürdü. Önüme geldi, önce tereddüt ettim. “Bunu gerçekten yiyebilir miyim” dedim kendi kendime. Sonra bir tattım ki... Immmh! Aman Tanrım! Gözleri bile yedim. Bu gelişimde Osmanlı mutfağına dalmayı planlıyorum. Keşfedecek o kadar çok şey var ki...
İSKANDİNAV ŞEFLERİN SIRRI KUZEY’İN TEMİZ DOĞASI
Sakin Yemek (Slow Food) gönüllüsüsünüz...
- E çünkü kalbime yakın. İçimden öyle geliyor ve insanları bilgilendirmek için elimden geleni yapıyorum.
İskandinavyalı şefler Bocuse d’Or’dan tutun ‘En iyi 50’ye kadar bütün gastronomi ödüllerini, derecelerini süpürüyor. Sizce işin sırrı ne? Biz Akdenizlilere geri öğretebileceğiniz, hatırlatacağınız ne var Kuzey’den?
- Finlandiya, İsveç, Norveç, Danimarka... Bence bu doğamızı korumuş olmamıla alakalı. Çevre kirliliği daha az, malzemeler daha lezzetli. Sonra yılın büyük bir bölümü soğuk olduğu için mevsiminde oldukları zaman kıymetlerini biliyoruz. Sağlıklı beslenme bilinci de yüksek. Bence temel nedenler bunlar.
Şavaş Özbey - Hürriyet