1978 yılında Deng Xiaoping’in liderliğinde Çin’in kapitalizme yönelişinin üzerinden yaklaşık 40 yıl geçti. Günümüzde Çin dünyanın ikinci en büyük ekonomisi, satın alma gücü bakımından ise birinci sırada ve dünyanın en büyük ticaret ülkesi. 2015’te Çin’in çektiği yabancı yatırımlar kendisinin yurtdışına yaptığı yatırımların gerisinde kaldı. Batı dünyasının beklentisi, ekonomik liberalizme siyasal liberalizmin eşlik edeceği idi. Ancak Çin yoluna hala Çin Komünist Partisi (ÇKP) ile devam etmekte ve ÇKP’nin ne zaman yıkılacağı tartışmaları da Çin’in bu gelişiminin/dönüşümünün dünya dengelerini nasıl değiştireceği eksenine kaymış durumda.
Dikkatler, Çin’in 1980 sonrası istikrarlı ve yüksek oranda ekonomik büyümesine odaklanmış olsa da Çin sosyalist dönemin tamamında ekonomisini ortalama %5-6 oranında büyüten bir ülke. Daha da önemlisi Çin, 19. yüzyıla kadar dünyanın en büyük ekonomisi idi (Tablo 1).
Eğer günümüzde bir küreselleşme olgusundan söz konusu ise bunun en somut ürünü bugünkü Çin’dir. Kapitalizmin, içine girdiği krizi aşmada üretim maliyetlerini düşürmeye; Çin’in de yabancı sermayeye ve kapitalist üretim ve teknoloji bilgisine ihtiyacı vardı. İki tarafın ihtiyaçları birbirini karşıladı. Dolayısıyla küreselleşme kapitalizmin krizinin bir çocuğu ise Çin de küreselleşmenin bir ürünüdür. Çin kapitalizme yönelmekle birlikte bunun adımlarını süreçlerini, kapsamını belirlemede geniş ölçüde özerk davranabilmiştir. Kendini şu ya da bu reçetelerle bağlı görmemiştir. “Çin usulü sosyalizm” gibi, yürütülen politikalara eklenen, “Çin usulü” ön eki süregiden bu tercihi yansıtır. Kapitalizme yönelişle eş zamanlı olarak üretimi ve işgücünü dönüştürecek politikalar da uygulamaya koyulmuştur. Deng Şiaoping’in “bilim birincil üretim gücüdür” ilke sözü bunun söylemsel bir göstergesidir.
Çin’in hedefi, nitelikli işgücüne ve yüksek teknolojiye dayalı üretimi sağlamak ve teknoloji, bilimsel bilgi, kültür ve değer ihraç eden bir ülkeye dönüşmektir. Son 30 yılda büyüyen yalnızca Çin’in ekonomisi değildir. 2002-2009 yılları arasında dünya Ar-Ge harcamaları içinde ABD’nin payı %38’den %33’e; AB’nin payı %26’dan %23,5’e gerilerken Çin’in payı %5’ten %12’ye yükselmiştir. Ar-Ge harcamalarının GSMH’ye oranı 2014 yılında %2’dir (Tablo 2 ). 1995’te yaklaşık %7 olan, ihraç ürünleri içinde yüksek teknolojiye dayalı ürünlerin oranı 2014’te %28’dir. Orta ve yüksek teknoloji ürünlerinin oranı ise %56’dır. Bu oran halen Japonya ve Güney Kore’nin gerisinde kalsa da (sırasıyla %74.6 ve %71.2) AB ve ABD’nin göstergelerine (%59) yakındır. Çin eğitim sisteminde de köklü reformlar yaptı. Sosyal bilimlerden daha çok mühendislik ve fen bilimlerine verilen öncelik dikkat çekmekte. İkinci özellik, devletin tüm üniversitelere eşit destek, kaynak vermek yerine seçici bir politika izlemesi. Amaç, küresel alanda rekabet edebilecek 100 üniversite ve bilim adamı yetiştirmek. Bu hedef doğrultusunda bu kapasitesi olan üniversiteler cömert biçimde desteklenmekte. Diğer yandan bilimsel bilgi üretiminde de Çin payını sürekli artırmaktadır.
Yeni ekonomik-toplumsal düzen: Sosyalist piyasa ekonomisi
Çin’in 1990’lardan itibaren benimsediği “sosyalist piyasa ekonomisi” etiketinin hayli tartışmalı olduğu belirtilmelidir. Kimi Marksist iktisatçılar bunu komünist parti eliyle kapitalizmin inşası olarak yorumlarken; kimileri de Çin’in gerçek anlamda kapitalist bir ülke olmadığını kanıtlamaya çalışmaktadır. Bu tartışmaların ayrıntılarına girilmeyecektir. Ancak Çin günümüzde bir tür devlet kapitalizmi uygulamaktadır.
Yeni düzenin ana hatları şöyle belirtilebilir:
• Özel girişimciliğin önü giderek açılmakla birlikte devlet hem üretici hem de düzenleyici olarak ekonominin başat aktörüdür. ÇKP’ye rağmen, ÇKP’nin benimsemediği, onaylamadığı bir ekonomik eylemin olması mümkün değildir. Finans, enerji, ulaştırma vb. sektörlerde hala kamu işletmeleri söz sahibidir. Çin’in özelleştirme politikalarına, “büyük olanı elinde tut, küçük olanı bırak” sloganı rehberlik etmiştir. Amaç küresel rekabet gücüne sahip 100 işletme yaratmaktı. 1994’te 3 olan Çinli küresel şirket sayısı 2015’te 98’e çıkmıştır. Bunların ezici çoğunluğu kamu işletmeleridir.
• Toprak hukuken halen kamu mülkiyetindedir; ancak kullanım hakkı metalaştırılmıştır. Toprağın kullanım hakkı 70 yıl gibi çok uzun süre için alınıp satılabilmektedir.
• Emredici merkezi planlama sona ermekle birlikte Çin planlama geleneğini sürdürmektedir. Temel kalkınma politikaları, makro toplumsal ve ekonomik hedefler, stratejiler beş yıllık planlarla belirlenmekte ve bu planlar uygulamayı yönlendirmektedir.
Hızlı büyümenin toplumsal maliyeti
Çin’in sermaye birikimini oluşturmada başlangıçta izlediği politika “toplumsal eşitsizlikleri gözetmeyen büyüme” oldu. Bölüşüm ilişkileri bir süre ihmal edildi. Çin, 1978’de 0,22 Gini katsayısı ile dünyanın en eşitlikçi ülkesi idi. 2013’te bu katsayı 0,42’ye çıkmış durumda (ABD 0,41, Türkiye 0,40). Dolayısıyla Çin’in dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olmasının geri planında bir emek sömürüsü yatmaktadır. Bol, ucuz ve pazarlık gücü olmayan işgücü; bu bedeli ödeyen kesimin başında gelmekte.
Sosyalist dönemde daha çok gözetilen bölgeler arası kalkınma sorunu en azından bir süre göz ardı edildi. Yabancı sermayenin aktığı doğu ve kıyı bölgeleri hızla refahını artırırken batı bölgeleri bu büyümeden pay almada geride kaldı. Kentler ve kırlar arasındaki eşitsizlik daha da arttı. Tarım topraklarının inşaat ve yatırım için yağmalanması, topraksız köylüleri iş ve daha iyi gelecek umuduyla kentlere sürükledi. Bugün Çin dünyanın en büyük iç göçünün yaşandığı bir ülke aynı zamanda. Yaklaşık 250 milyon göçmen işçi büyük kentlerde uzun, yorucu ve genellikle daha tehlikeli ve kirli işleri yaparak köy veya kasabalarında bıraktıkları aileleri için para biriktirerek daha iyi bir gelecek uğraşı içindeler. Çin hükümeti bu sorunlar nedeniyle 2000’li yılların başında kalkınma politikasını değiştirdi. Yatırımların yanı sıra iç tüketime (tasarruf oranı 2014’te %51), gelirin daha adil paylaşımına dayalı bir büyüme politikası benimsedi.
Yeni bir dünya düzeni mi?
Acaba Çin’in bu büyük dönüşümü küresel dünya düzeninde bir değişime yol açar mı? Soğuk savaş sonrasının tek kutuplu dünya düzeni, ABD ve Çin’in hegemonyasında iki kutuplu veya çok kutuplu bir düzene doğru evrilir mi?
Çin’in bir iktisadi güç olması kuşkusuz önemlidir. Ama ister Gramsci’nin hegemonya yaklaşımından, ya da bu yaklaşımın, sınıfsal bağlamı olmaksızın bir tür popüler sürümü olan Nye’nin “yumuşak güç/sert güç” yaklaşımından bakılsın, Çin’in henüz baskın bir güç olma niteliklerinden uzak kaldığı görülmektedir.
Kişi başı gelirin 8 bin ABD Doları civarında olduğu ülkede genel refah düzeyi gerilerde. Ekonomisi hala önemli ölçüde dış satıma bağlı. Çin her yıl savunma harcamalarını ortalama %10-12 artırmakta ve ordusunu modernize etmeye özel önem vermektedir. Ama askeri gücü hala ABD’nin gerisindedir. Ar- Ge’ye, yeni üretim teknolojilerine dev yatırımlar yapılmakla birlikte bu alana hala Batı bilgisi ve teknolojisi egemendir.
Gramshi’nin “rıza” ile açıkladığı, yumuşak güç politikası açısından bakıldığında, Çin uluslararası düzeyde kültürünü, dilini yaymada olağanüstü çaba göstermekte. Konfüçyüs Enstitüleri dünyanın hemen her ülkesinde faaliyet göstermekte. Çin sinemasına muazzam yatırımlar yapılmakta; Çin televizyonu CCTV Haber birçok dilde dünyaya yayın yapmakta. Çin yeni yılı her yıl daha da görkemli kutlanmakta. Nobel ödülü alan edebiyatçılar ve bilim insanları arasında artık Çinlilerin adı duyulmakta. Uluslararası örgütlerin yöneticiliğinde Çin kökenliler daha çok görülmekte. Bütün bunlar çok ciddi bir kaynak ve çaba ile yönetilmekte. Ancak yapılan araştırmalar, Çin’in, yumuşak güç politikası açısından harcadığı kaynağın, gösterdiği çabanın tam karşılığını almadığını göstermekte. Bununla birlikte, küresel dünya düzeninde ABD’nin 1990’larda olduğu gibi kendini rahat hissetmediğini ve Çin’in çok yumuşak adımlarla kendine yer açma çabası içinde olduğu söylenebilir.
Bu makale TODAİE 2016-2017 Akademik Yılı Açılış Dersinin gözden geçirilmiş halidir.
Çin’in uluslararası arenada hissedilen varlığı
Uluslararası arenada uzun süre sessiz, izleyici pozisyonunda kalan Çin, 2000’li yılların başından itibaren pozisyonunu değiştirmiş durumda. 1980’ler 1990’lar boyunca dışarıdan sermaye çekmeye çalışan Çin, 2000’li yıllardan itibaren kendisi sermaye ihracına başladı. Ayrıca şirketlerini saldırgan bir satın alma politikasına yöneltti. Bugün Çin şirketleri, başta Afrika olmak üzere dünyanın hemen her kıtasında varlık göstermekte. Çin’in Afrika’da güçlü varlığı, “yeni bir sömürgecilik dönemi” mi tartışmalarını beraberinde getirdi. Diğer yandan Çin’in tek başına verdiği krediler artık Dünya Bankası’nın verdiği kredileri aşmış durumda. Çin bir süredir uluslararası rezerv para olarak ABD Doları’nın süresini doldurduğu ve yeni bir rezerv paraya ihtiyaç olduğunu, yanına BRICS ülkelerini de alarak dillendirmekte. Bir taraftan ticari ilişkilerini yerel paralarla yürütme anlaşması yaptığı ülkelerin sayısını artırırken diğer yandan Yuan’in küresel rezerv para olması için gerekenleri gündeme getirmekte.
Çin 1945 sonrasının kapitalist dünya düzeninin koruyucusu örgütler ile açık bir çatışmaya girmemekte. Bunların çoğuna üyedir zaten. Ama bir yandan bu örgütler içinde sesini daha çok yükseltmeye başlarken diğer yandan da bu örgütlerin alternatiflerini inşa etme çabası içinde. Şanghay İşbirliği Örgütü, BRICS grubu, Asya Altyapı ve Yatırım Bankası ve son olarak Bir Kuşak Bir Yol Projesi, Çin’in başlattığı, önderlik ettiği girişimlerdir.
Şanghay İşbirliği Örgütü
Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), 1996 yılında Çin, Rusya, Kırgızistan, Tacikistan ve Kazakistan tarafından, üye ülkeler arasında güvenin arttırılması, sınır bölgelerinin silahsızlandırılması ve bölgesel işbirliğinin teşvik edilmesi amacıyla “Şanghay Beşlisi” adıyla kuruldu. 1999 yılından sonra bölgesel güvenlik ve ekonomik işbirliği örgütüne dönüşmeye başladı. 2001 yılında Özbekistan örgüte katıldı. ŞİÖ üyesi ülkeler, Avrasya topraklarının beşte üçünü oluşturmakta ve Türkmenistan hariç Orta Asya coğrafyasını kuşatmakta. Afganistan, Moğolistan, İran ve Hindistan ve Pakistan’ın gözlemci ülke olduğu, ŞİÖ’de Türkiye ile birlikte Sri Lanka ve Belarus diyalog ortağı ülke statüsünde
BRICS
Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin arasında kurulan, daha sonra Güney Afrika Cumhuriyeti’nin de katıldığı BRICS, 2006’dan beri değişik düzeylerde yıllık toplantılarını sürdürmekte. Grup üyesi ülkeler arasında finans, ticaret, bilim ve teknoloji, tarım ve güvenlik alanlarında işbirliği devam etmekte. BRICS ülkeleri, özellikle küresel kapitalizmin uluslararası örgütlerinde gelişmekte olan ülkelerin söz haklarının genişletilmesi için birlikte hareket etmekte. Grubun 2012’de kurulan Yeni Kalkınma Bankası, BRICS ülkelerinde ve diğer gelişmekte olan ülkelerde mali altyapı ve sürdürülebilir kalkınma projelerini desteklemeyi amaçlıyor. BRICS ülkeleri, dünya ekonomisinde %23; dünya nüfusunda %53 ve dünya ihracatında %19 paya sahip (2015).
Asya Altyapı ve Yatırım Bankası
Çin’in liderliğinde yakın dönemde kurulan bir başka finans kuruluşu Asya Altyapı ve Yatırım Bankası. Pekin merkezli bu kalkınma bankası, Çin’in, Bir Kuşak Bir Yol projesinin finans kaynağını oluşturmakta. Bankaya, Türkiye dâhil, Asya, Avrupa, Afrika, Avustralya ve Amerika kıtalarından 57 ülke üye. ABD ve Japonya’nın soğuk baktığı bankanın sermayesinde ve oy gücünde doğal olarak Çin en büyük paya sahip (sırasıyla, %35 ve %30).
Bir Kuşak Bir Yol projesi
Çin’in son, en iddialı ve şu anda en tartışmalı projesi ise Bir Kuşak Bir Yol projesi. Proje, İpek Yolu Ekonomik Kuşağı ve 21. Yüzyıl Denizcilik İpek Yolu olmak üzere iki ayaktan oluşmakta. Bu proje ile Çin, hem karadan hem de denizden Asya, Afrika ve Avrupa’yı birbirine bağlamayı amaçlıyor. Kimilerince Çin’in Marshall Planı olarak adlandırılan proje; bu güzergâhta politika eşgüdümünün, altyapı ve teknik standartların, serbest ticaretin ve finansal bütünlüğün gerçekleştirilmesini amaçlıyor. Proje kapsamında Çin 65 ülkeyi kapsayan 81 bin km'lik hızla tren altyapısını inşa etmeyi planlıyor ki bu dünyanın şu andaki toplam hızlı tren yolu uzunluğundan daha fazla. Bir Kuşak Bir Yol projesi kapsamında öngörülen tüm projeler için yaklaşık 1,5 trilyon $'lık bir maliyet öngörülüyor.
Sonuç: Çin’in, özellikle son iki girişimi yenidir ve neyi ne ölçüde başaracağı tartışmalıdır. Ancak bu girişimlerin, Çin’in ekonomik ve jeopolitik etkisini artırarak giderek küresel dünya düzeninde rolünü güçlendirme çabasına yönelik olduğu açıktır. Burada soru şu: Çin bunu başarabilir mi? Başarabilir ise, yani dünyanın egemen gücü değişecek ise bu değişimin bedeli ne olacak? ABD kavgasız gürültüsüz iktidarından vazgeçecek mi? Bu yazıda küresel dünya düzeni Çin-ABD ekseninde tartışılmakla birlikte, Çin’in şu an birlikte hareket ettiği Rusya ve İran gibi bölgelerinin güçlü ülkeleriyle ilişkilerinin gelecekte alacağı biçim de önemlidir. Çin-ABD ekseninde küresel düzenin geleceğine ilişkin muhtelif olasılıklar tartışılmakta. Bu olasılıklardan biri, iki ülke arasında bir çatışmanın kaçınılmaz olmasıdır. Güç değişimi olacak ise bunun doğal sonucu çatışmadır; yeni gelen gücünü göstermek isteyecek; mevcut güç de buna direnecektir. Tartışılan bir başka olasılık, iki ülke arasında ekonomik bağımlılığın, uluslararası örgütler ve kuralların iki ülkeyi çatışmadan çok işbirliğine yöneltmesi; bir başka ifadeyle gücün paylaşılmasıdır. Bu bağlamda, Soğuk Savaş döneminde ABD ve Sovyetler Birliği arasında askeri gücün yarattığı korkuya dayalı dengenin bu kez ekonomik bağımlılık ekseninde kurulması öngörülebilir. Sonuç olarak, Çin ABD başatlığındaki küresel dünya düzenini değiştirme ve yeni bir düzen inşa etme gücünden henüz uzaktır. Bununla birlikte son 40 yılda gösterdiği gelişim, izlediği politikalar ve yaptığı girişimler böyle bir niyetin varlığını işaret etmektedir. Kaldı ki ABD’nin askeri gücünü Asya Pasifi k’e yöneltmiş olması, Bir Kuşak Bir Yol projesinin Marshall Planı’nı çağrıştırması, ABD’nin duyduğu tedirginliğin ve politika değişikliğinin göstergesidir. Soğuk Savaş döneminin bitmesiyle sıcak çatışma dönemine giren dünyada geleceğe yönelik kestirimlerde bulunmak zor ve riskli. Ancak, önümüzdeki dönemde dünyanın kalbinin Asya Pasifi k’te atacağını, hatta atmaya başladığını ve dünya düzeninin artık bu bölgedeki gelişmelerle biçimleneceğini söylemek hayalci bir değerlendirme olmayacaktır. Bu nedenle, Türkiye, kendi doğusuna, Batı’nın Türkiye’ye baktığı gibi bakmaktan vazgeçip, bu coğrafyaya ilişkin bilgi ve ilişki açığını, kendi bakış açısıyla ve girişimleriyle inşa etmelidir.
Dünya