2008 dünya ekonomik krizinin ardından, gelişmiş ülke merkez bankalarının mevcudun beş ila on katı para basarak, piyasalarına likidite verdiler. Merkez bankalarının parasal genişlemelerinin ülke enflasyonlarında yükselmeye neden olması gerekirken, bu parasal genişlemeler gelişmiş ülkelerde enflasyonist baskı yaratmadı. Gelişmiş ekonomilerde kriz de çıkmadı. Üstelik yalnız merkez bankaları faizleri değil, piyasa, mevduat, kredi ve tahvil faizleri de düştü.
Oysa bu büyük parasal genişleme, gelişmiş ekonomilerdeki krizin en büyük kanıtı durumundaydı. Bizim gibi gelişmekte olan ülkeler ise, kendi vatandaş ve devlet tasarrufları yetmeyince yabancı tasarruflara yönelmek durumunda kaldılar. Güçlü paralara sahip ABD ve AB gibi ülkeler, enflasyona neden olmadan, kendi içlerinde tasarruf yaratamadıkları halde, bastıkları aşırı para sayesinde, sanki ilave tasarrufları varmış gibi, bizim gibi ülkelere yüksek faizlerle borç verdiler. Kapitalizm, yeni bir sömürü aracı bulmuştu.
Standard and Poor’s ve Moody’s gibi derecelendirme kuruluşları ise, gelişmiş ülkelerin içinde bulundukları likidite bolluğunu ve dünya ekonomik krizini göz ardı edip, sudan sayılabilecek nedenlerle bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin notlarını kırdılar. Not kırılması; notu kırılan ülkelere daha az doğrudan yabancı yatırım gelmesi, sıcak para girişinin nispeten azalması ve borçlanma faizlerinin yükselmesi anlamına geliyor. Sonuçta, ABD ve Avrupa ülkeleri en çok %0,50 faizle borçlanabilirken, biz %6-9 faizle ve daha kısa vadeli borçlanabileceğiz.
Fark açılıyor
Bütün bu gelişmeler, gelişmiş ekonomilerin durumunu daha da düzeltirken, gelişmekte olan ekonomilerin durumunu daha da bozuyor ve aralarındaki gelişmişlik farkı gittikçe artıyor. Neyse ki ülkemiz ekonomisindeki sermaye hareketlerindeki ani duruş riski şu an için yönetilebilir durumda.
Ancak yurt dışından uzun vadeli kredi bulunabilme kaynaklarının azalması, döviz tevdiat hesaplarına bankalarca ödenen faizlerin yükselebileceği, anlamına geliyor. Orta vadede ise, yatırımcı güvenini sağlamak için yapısal reformların hızlandırılması kritik önem taşıyor.
Neyse ki piyasa çalışıyor
Bütün bunlara rağmen, hangi faiz oranından olursa olsun borçlanamadığımız 1994 krizindeki gibi durumlarla, karşı karşıya değiliz. Borçlanma piyasamız açık ve biraz pahalı olsa da Hazinemiz ve özel sektörümüz rahatlıkla borçlanabiliyor.
Öte yandan, Merkez Bankamızın munzam karşılıkları indirerek, bankaları rahatlatması ve faizleri düşürmesi, banka kredi hacimlerinin artması ve büyümeye destek verilmesi anlamına geliyor. Banka kârlarının artması sayesinde, Borsa’da önce banka hisselerine, sonra da diğer hisselere talep gelecek. Merkez Bankası’nın hem ekonomik gelişmeler karşısında hem de darbe girişimi sonrasında iyi bir sınav verdiğini düşünüyorum.
Artan bütçe harcamaları
Suriye’deki savaş ve içerdeki terör mücadelesi, bütçeden ilave harcamalar gerektirecek. Öte yandan, FETÖ mücadelesi nedeniyle, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredilen şirketlerin iyi yönetilip yönetilemeyeceği bilinemiyor. Bunlara ek olarak, doğuda devlet destekli yeni bir yatırım furyası başlayacağı anlaşılıyor. Bütün bu gelişmelerin bütçeye yükü yüksek olacak.
Halen bütçemizde, “faiz dışı fazla” varmış gibi görünüyor. Oysa faiz oranları, eskisine göre, düşük olduğundan ve Hazine’nin dengeli borçlanma politikasının başarısından kaynaklanan, faiz yükünde ciddi bir azalma vardı. Şimdiye kadar başarı hikâyesi olarak söz edilen “faiz dışı fazla” söylemi artık dile getirilemeyebilir.
Öte yandan, ekonomi yönetiminde tasarrufu sadece vatandaşlarından bekleyen bir anlayış var. Bizim gibi devletin ekonomiye büyük ölçüde katkı yaptığı ülkelerde, sadece vatandaşların değil, devletin tasarrufu da büyüme için önem taşıyor.
Bundan sonraki dönem iyi yöneltemezse, ekonomimiz olmaması gereken bir krizle karşılaşabilir.