MURAT SORAL-FINANSGUNDEM.COM
Restoranda yemek yeme kültürümüz ne seviyede? Yemek için dışarı çıktığımızda neden tercihlerimizi çeşitlendiremiyoruz? Türkiye’deki yaygın üretici ve tüketici hataları neler? Online rezervasyon sisteminin gelişimi hangi noktada?
Bıraksam, sayfalarca devam eder gider bu bilinmeyenler. Ama o şarkı, o unutulmaz satırlar beynimin içini kurt gibi kemiriyor, ‘Dur, bu kadar yeter’ diyor. “
“Yaz dostum..tut defteri kitabı, sarı çizmeli Mehmet ağa bir gün öder hesabı...”
Manço’nun ‘yaz’ı belli. Emir kipi.
Bizim ‘Yaz’ ise beyfendi, canlı, dipdiri. Restoranların efendisi!
Yaz Yazıcıoğlu, gözlerini Amerika’da açmış bir Türk. Girişken, kafası zehir gibi çalışıyor, hırslı. Psikoloji okumuş, bir de üstüne Amerikan ordusunda uçak mühendisliğinden mezun olmuş. Ancak, küçük yaştan beri ruhunu doyuran restorancılıkta karar kılmış. Hayatının ilk 30 yılını siyah-beyaz kıtada geçirmiş ama 15 yıldır Ay-Yıldız’ın altında. Yani İstanbul’da, aramızda.
Dünyanın en büyük seyahat web sitesi Trip Advisor’ın Türkiye’deki restoran rezervasyon sistemi olan The Fork’un Türkiye Ülke Müdürlüğü’nü yürüten Yaz Bey, Edirne’den Kars’a yeme içme kültürü ile bu topraklardaki restoranlar üzerinde tam bir uzman.
Tespitleri muhteşem, tepkileri ise çok konuşulacak cinsten.
Ona göre; Türkler parayı lezzetli bir yemeğe değil de sunuma, mekâna veriyor.
Ve bomba! Türkiye’de kişi ne kadar zenginse indirimleri o kadar çok önemsiyor!
Yazıcıoğlu, Türkiye’de gözlemlediği yaygın tüketici ve üretici hataları içinde ilk sıraya, alıcıların kaliteyi fiyatla ilişkilendiriyor olmasını oturtmuş bile. Ancak tez zamanda uyarıyor, “Bunun her zaman doğru olamayacağını hepimizin bilmesi gerekiyor” diyor.
Restorancıların ve müşterilerin çok farklı bakış açılarına sahip olduğuna işaret ederken, konuyu alkışlanacak bir manevrayla TheFork’un devreye girdiği noktaya getiren Yaz Yazıcıoğlu, Şirket olarak tepkilerin farklılığını azaltmaya, eşleştirmeye çalıştıklarını anlatıyor. Devam ediyor. “Bizim en temel misyonumuz bu, potansiyel müşteri ve restoranı bir araya getirmek ve hem kâr hem de verimliliği artırmak. Restorana daha fazla müşteri yönlendirirken, müşterilere de farklı deneyimler elde edebilecekleri ve her rezervasyonda farklı avantajlara sahip olacakları bir sistem kuruyoruz.”
Fakat rezervasyon konusunda önemli bir itirazı var. Türklerin bu olayı hiç ciddiye almadığında ısrarlı. Zaten rezervasyon yaptıran sayısı az, bir de yer ayırtıyor, gitmiyor! İnsan bir arar, iptal eder değil mi? Nerdeee!!? Sıkıysa Avrupa’da yap bunu...
Türk Mutfağına saygısı büyük Yazıcıoğlu’nun ama bir yere kadar. Tüketicinin mutlaka hayatına renk katacak çeşitli ve zengin temalı tatlarla tanışmasını arzu ediyor. Teşvik de ediyor. Fakat balık ve kebapın şimdilik ezici üstünlüğünü de kabul ediyor. İlgilenenler için önemli bir tüyoyu laf arasına sıkıştırıyor. Meksika mutfağı, İstanbul’da çok iş yapar. Ama riski göze alan biri çıkarsa...
Türklerde damak zevkinin çok muhafazakar olduğuna ve yeniliklere açık olmadığına vurgu yapan Yazıcıoğlu, “Zaten bu mevzuya hep gülerim çünkü bizde gerçek gurme yok” diyor. Aksi taktirde, bu yıl dünyanın en iyi restoranı seçilen Osteria Francescana’nın sahibi Massimo Bottura’nın 2014 yılında İstanbul’da açtığı Ristorante Italia 14 ay içinde batmazdı.
“Sonradan gurme” iddialarıyla alevi sönmeyen tartışmaya yeni bir kibrit çakıyor.
Açıkça TV ekranlarından inmeyen ünlü Türk gurmelere meydan okuyor.
13 ülkede aktif olup 30.000’den fazla restoranın üye olduğu online rezervasyon sistemi TheFork’un Türkiye’deki herşeyi Yaz Yazıcıoğlu’nun dinleyince anlaşılıyor ki...
Biz sofrada da ‘Çılgın Türkler’iz, kimseye benzemeyiz!!
Önce sizi tanıyarak başlayalım; Yaz Yazıcıoğlu kimdir?
Amerika’da doğdum ve 30 yılım orada geçti. Son 15 yıldır Türkiye’deyim. Kendi adıma renkli bir geçmişim olduğunu söyleyebilirim. Önce psikoloji eğitimi aldım. Daha sonra Amerikan Hava Kuvvetleri’ne girdim ve orada 6 yıl uçak mühendisliği yaptım. Uçak mühendisliği ve psikoloji alanlarında aldığım eğitimler bana ilginç bir perspektif kazandırdı. İnsanoğlunun bir aygıt ya da bir cisimle ilişkisinin nasıl daha verimli bir hale getirilebileceği konularına eğildim. Buna ordudaki mühendisler tarafından hazırlanan uçak eğitimlerinin değerlendirmesiyle başladım. Detaylı eğitimler hazırlanıyordu ancak bu tamamen mühendis dili ve zihniyle hazırlanan bir programdı ve sıradan insanların, pilot adaylarının tam anlamıyla etkileşim kurması zordu. Bu temelden başlayıp ilerleyen süreçte tüketim psikolojisine giriş yaptım. Bu da elbette direkt alım-satımla alakalıydı: Tüketici neden bir ürün satın alır? Aslında neye ihtiyacı var? Bunun faydalı yönleri nedir? Fiyat ve ihtiyaç olgularını da dâhil ederek, satın alma eylemindeki psikolojik temelleri araştırmaya başladım. Bu tür çalışmalar genellikle reklam ajansları tarafından müşterileri için hazırlanır. Benim yaptığım çalışmalar ise tamamen bağımsızdı ve müşterinin ajansa ne istediğini bilerek gitmesine katkı sağlıyordu. Bu araştırmaların sonucunda hangi ürünün hangi mecrada tanıtılmasının uygun olduğuna tüm detaylarıyla karar veriliyor ve ajanstan bunlar talep edilebiliyordu. Çok spesifik bir dal ve pek çok sektör için bu çalışmaları yaptım. Bankacılık, perakende, restorancılık, tekstil, elektronik ve petrol sektöründen birçok markaya bu danışmanlığı verdim.
Ama tüm bunların ötesinde 15-16 yaşından beri en çok ilgi duyduğum alan restorancılık sektörüydü. Üniversite yıllarında garsonluk ve barmenlik yaptım. Psikoloji eğitimi sırasında çok sık duyulan bir şeydir: Psikolojiyi gerçekten öğrenmek istersen garson olmalısın, insan psikolojisini hemen çözmene yardım ediyor. O konuda da bana büyük yardımı oldu ama hobi olarak da her zaman servisi, hizmet sektörünü çok sevmişimdir. Sonrasında da restoranların kurulması, yönetiminde yer aldım ve Amerika’da çok sayıda zincir restorana yönetim danışmanlığı verdim.
Türkiye’ye gelişiniz nasıl oldu?
Vestel’in internet servis sağlayıcı yatırımında veri ambarlarının toparlanması ve müşteri psikolojisi açısından analizler yapmak için geldim. İki sene kadar bu görevi sürdürdüm. Bu süre içinde de çok sevdiğim restorancılık sektöründe bir ayağım bulundu.
TripAdvisor ve TheFork’la yollarınızın kesişmesi de bu sayede oldu diyebilir miyiz?
2 sene önce TripAdvisor’ın Avrupa’nın öncü online restoran rezervasyonu sistemi TheFork’u satın almasıyla beraber TheFork, Türkiye gibi yeni pazarlara açılmaya karar verdi. Bu aşamada, zaten daha öncesinden de iletişim içinde olduğum TheFork yönetimi ile beraber, Türkiye’deki operasyonlarını başlattık.
TheFork, 13 ülkede aktif olup 30.000’den fazla restoranın üyeliği bulunan bir rezervasyon sistemi. Şu an TheFork aracılığı ile TripAdvisor’ı da Türkiye’de temsil edip tanıtıyorum ve çok sevdiğim hizmet sektörü içinde bulunmaktan mutluyum.
TheFork’un misyonundan bahsedebilir misiniz?
TheFork’un iki aşamadan oluşan bir misyonu olduğunu söyleyebilirim: Birincisi son tüketiciye odaklanıyor, ikinci adımsa restoranlar. Restoranlar için kendi tanımladığımız “VKY – Verimlilik ve Kârlılık Yönetimi” (Yield Management) olgusunu sağlamak önceliğimiz. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Havayollarında aynı gün içinde uçuş yapmak istediğimizde biletler daha pahalıdır, otellerde tatil sezonu fiyatları, sezon dışı dönemlere göre daha yüksektir. Aynı şey aslında restoranlar için de geçerli ama daha mikro bir çapta. Mesela, Pazartesi günü boşsun, Cuma günü dolusun. Denge kurabilmek için ben Pazartesi gününde doluluk oranını arttırabilirsem hem verimliliğim hem de kârlılığım artacak. Peki, bir restoran bunu nasıl sağlayabilir? Tüm dünyada görülen, çok yaygın ve yararlı bir yöntem var: Verimlilik ve karlılık yönetimi (VKY).
Örneğin, boş gün ve saatlerinizde %50’ye varan indirim dediğinizde tasarruf veya keşif yapmak isteyen müşterilerin ilgisini çeker. Çünkü restoranın boş geçen zamanını değerlendirmek için verdiği %10’dan -%50’ye varan indirim, aynı yemeğin daha az fiyata yenmesine ve müşterinin yeni bir yer ve lezzetler keşfetmesine kapı aralar. Restoran da bu sayede boş zamanlarını doldurup, verimlilik ve karlılığını arttırmış olur.
Restoran sahipleri ve müşterilerin çok farklı bakış açılarına sahip olduğunu bilmemiz gerekir. Bilimsel olarak bu durumu araştırdığım dönemde yakından gözlem yapma şansım oldu; %50 indirim oranını restoran sahibine ve müşteriye gösterdiğinizde tepkilerin tamamen ayrıştığını görüyorsunuz. Restoran, “Ben bittim,” der, müşteriyse, “Harika, denemeliyim,” der. TheFork olarak bu tepkilerin farklılığını azaltmaya, eşleştirmeye çabalıyoruz. Restoranların indirim ya da özel teklifler sayesinde keşif yapmak, yeni yerler ve tatlar deneyimlemek isteyen kişilerin büyük potansiyelini görmesi için çalışıyoruz. Bizim en temel misyonumuz bu, potansiyel müşteri ve restoranı bir araya getirmek ve hem kâr hem de verimliliği artırmak. Restorana daha fazla müşteri yönlendirirken, müşterilere de farklı deneyimler elde edebilecekleri ve her rezervasyonda farklı avantajlara sahip olacakları bir sistem kuruyoruz.
Yaz Yazıcıoğlu'ndan çarpıcı tespitler
TheFork’un hedeflediği belli bir alıcı kitle var mıdır? Belli bir yaş grubu veya ekonomik koşullar, hedef kitle belirlemenizde etkin oluyor mu?
Bizim belirlediğimiz tek bir tüketici kitle yok. Biz herkes için aynı hizmeti sunuyoruz. Sonuçta takdir edersiniz ki herkes yemekten ve keşifte bulunmaktan hoşlanır. Ancak elbette bazı gelir düzeylerinin deneyimleyebilecekleri yerler sınırlı. Restoranlar açısından da bu böyle, dolayısıyla bu tür durumları da her zaman göz önünde bulunduruyoruz. Örneğin, ortalama hesap tutarı 10 lira olan bir restorana, TheFork üzerinden rezervasyon alıp buna bir hizmet bedeli ödemek cazip gelmeyecektir. Bu da sistemi kullanacak restoranların otomatik olarak hesap ortalamasını yükseltiyor. Tüketici bazında da A ve C segmenti diye ayırmaksızın, herkese aynı faydayı sağlamak üzere çalışıyoruz. Çünkü gelir düzeyine bakmaksızın , %50 indirim almak herkes için aynı anlama tekabül ediyor. Hatta satın alma psikolojisi gözlemlerime dayanarak söyleyebilirim: Türkiye’de kişinin ne kadar gelir düzeyi ne kadar yüksekse indirimleri o kadar çok önemsiyor!
Türkiye’de gözlemlediğiniz yaygın tüketici ve üretici hataları nelerdir?
Bana kalırsa aralarında en önemli olan alıcıların kaliteyi fiyatla ilişkilendiriyor olmasıdır. Bunun her zaman doğru olamayacağını hepimizin bilmesi gerekiyor. Evet, dünyada bunun örnekleri vardır: Michelin yıldızlı restoranlara gitmek istediğinize ortalamanın çok üzerinde bir hesap ödeyeceğinizi bilerek gidersiniz fakat ortalamanın üzerinde de beklentileriniz olur. Ancak bu tür sıra dışı örneklerin haricinde, sizi bekleyebileceklerin bir sınırı vardır. Birini diğerinden ayıran, daha değerli, daha kaliteli kılan da hiçbir zaman yüksek fiyatlandırma olamaz.
Türkiye’de gördüklerime örnek olarak reklam ve pazarlama stratejisini de verebilirim. Kurum ne kadar çok reklam verirse, ne kadar çok göz önünde bulunursa o kadar iyidir gibi bir algı hâkim. İşin aslı, bu da doğru değildir. Ne müşteri ne de restoran sahibi tarafından doğru kurulamayacak bir ilişkinin temelini atar. Reklama harcanan fazla para, mekânın değerinin yüksek olduğu göstermiyor. Üstelik müşteri de bunun gereksiz olduğunu biliyor. Çok basit bir örnek vereyim: Birkaç gün önce evden bir yemek siparişi verdim. Geldiğinde gördüğüme inanamadım, öyle şatafatlı bir ambalajı, karton israfı vardı ki düşündüğüm ilk şey ödediğim paranın %50’sinin sunum giderlerine ayrıldığı oldu. Eğer 30 lira ödemişsem, 15 lirasını sadece sunumu için vermişim. Peki, o kutunun içindeki yemek, bu parayı hak ediyor mu gerçekten? Ekonomik açıdan gelişmiş, bilinçli tüketicilerden oluşan toplumlarda bireyler, bunu direkt olarak reddeder. Dolayısıyla restoran da bu şekilde müşteri kazanamayacağının farkında olur ve tüm yatırımını lezzetli yemek üretmeye yapar. 100 lira ederinde bir biftek üretir ve bunu hiç çekinmeden basit bir folyo içinde servis eder. Müşteri de “Ben bu bifteğe 100 lira harcadım ve bunu sadece yemek için harcadım. Yemeğin süslü, abartılı sunumuna değil…” yargısına varır.
Biz henüz bu algıya sahip olamadık, gelişme aşamasındayız. Sonuçta elbette sunum çok önemli ama ne derece? ‘Ziyan’ olarak görebileceğimiz aşamaya çıkmamak gerekiyor. Gelişmiş tüm ülkelerde trend, ziyan değil tasarrufa doğru gidiyor. Eve paket servis de dâhil, para ödenen ne varsa ziyan olmaması önemseniyor. Çünkü tüketici buna önem veriyor, restoran da buna ayak uyduruyor. Türkiye’de ise kuralları restoranın bakış açısı koyuyor. Restoranın önemli gördükleri tüketiciye sunuluyor, tüketici de buna alışıyor ve sorgulamıyor. Yediklerini, yiyebileceklerini de sorgulamıyor. Bu durumu hep Türk dizilerine benzetiyorum; hepsi, her şey aynı! Bilimkurgu ya da fantastik yapmıyoruz çünkü drama izleniyor. Ve biz de hep aynı şeyi yapıyoruz. Yemekler için de durum böyle… Her şey aynı! Çeşit olmadığından tüketici farklı lezzetleri tadamıyor, dolayısıyla talep de edemiyor.
Öyleyse, “Bizde damak zevki diye bir şey yok, sadece karın doyuruyoruz” diyebilir miyiz?
Aynen öyle! Zaten bu gurme mevzusuna hep gülerim: Keşke gerçekten bu mefhum bizde biraz da olsa yerleşmiş olsaydı fakat bizde gerçek gurme diye bir şey yok!
Damak tadı zaten sübjektif bir şeydir, tamam, kabul… Fakat TripAdvisor ve TheFork üzerinden gelen yorumlara baktığımızda sadece önüne gelen yemeği yorumlayanları çok az buluyorum. Çoğunluk kendi çapında da olsa bilimsel olarak yemeğe yaklaşmıyor. “Et biraz az pişmişti, kullandığı baharatı beğenmedim fakat yemekle eşleştirdiği sebzeler çok hoştu” gibi bir yorum çok az görüyorum.. Gördüklerimin çoğunluğu servis ve ortamla alakalı... Sanki parayı mekân, ambiyans ve etrafımızda olan kişiler için veriyoruz! Biz yemek için para veriyoruz, kökümüz yemekten başlamalı, geri kalan şeyler ondan sonra sistemin içine girer.
Gün geçtikçe sayısı artan mekânlar ve rezervasyon dengesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şöyle bir örnek verebilirim: TheFork üzerinde Milano’da 1500’e yakın rezervasyon alan restoran var. Milano, nüfus olarak İstanbul’un 10’da biri bile değil fakat 1500 restoran hizmet verebiliyor. Çünkü bu restoranlar farklı farklı zevklere ve beklentilere hitap ediyor. Üstelik farklı gelir aralığına hitap edebiliyorlar. Sonuç olarak hiçbir restoran, rezervasyon sistemine hizmet bedeli ödeyemeyecek kadar zayıf değil. Fakat Türkiye’ye döndüğümüzde, daha önce ifade ettiğim gibi, belli bir hesap ortalamasının üzerinde olan restoranlara hizmet verebiliyoruz. Hepsinin ötesinde bir gerçek daha var ki, bizde rezervasyon külütürü TheFork’un faaliyet gösterdiği diğer ülkelere göre nispeten henüz olgunlaşmış değil. . Çünkü kısa veya uzun vadeli plan yapmayı sevmiyoruz. Anlık kararlar veriyoruz.
Müşterilerin rezervasyon yaptırıp gelmemesine verilen isim ‘no show’dur ve Türkiye’de bu oran çok yüksek. TheFork’un faaliyet gösterdiği Ülkeler arasında normal oran %4 iken bizde %25-30’a varıyor. Bu muazzam bir fark! Bunun sebebi de restoranların rezervasyon üzerinde cezai bir takım uygulamalara başvurmamasıdır. “Canın sağ olsun ağabey, takma kafana!” tavrının götürüsü çok büyüktür oysa… Üstelik aslında restoran sahibi üzülür ve rahatsız olur ancak müşteriye bunu yansıtmaz. Müşteri de bunun önemsenmeyen bir durum olduğu kanısına varıyor ve iki dakikasını ayırıp rezervasyonu iptal etmek yerine sadece gitmiyor. Müşterinin niyeti kötü değil, durum tamamen onu bu davranışa alıştıran restorandan kaynaklanıyor. Bunu ben de yaşadım: Bu tür durumları Türkiye’de hiç önemsemeyen bir arkadaşım, Fransa’da yer ayırttığı bir restorana değişen programı nedeniyle gidemeyeceğini anladığında, telefon etmek yerine restorana kadar gitmiş ve rezervasyonunu iptal ettirmişti. “Burada böyle yapıyorsun ama Türkiye’de böyle değilsin…” dediğim zaman, “Türkler böyle şeyleri sorun etmiyor ki!” cevabını aldım. Gerçeklerse bunun tam tersi, esas Türkiye’de önemli bu. Rezervasyonu olduğu halde gitmediği restorana ikinci kez gidemediğinde müşteri de değişmeye başlayacaktır. Ama ne yazık ki bizim alışkanlıklarımız, “ayıp olmasın” mantığı tüm işleyişi bozuyor. Mesela bir otel rezervasyonu yaptırmak istediğimizde kredi kartıyla para ödemek zorunda olduğumuzu artık hepimiz biliyoruz. Uçak bileti almak istediğimizde de anında ödeme yapmak zorunda olduğumuzu biliyoruz. Ama restoran rezervasyonuna sıra gelince bunun önemi idrak edemiyoruz. Çünkü mekân sahipleri bunu müşteriye öğretmiyor. Oysa her zaman söyleriz, bir restoranın en pahalı masası, boş kalan masadır.
Peki, sektörü gelişim açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sektör büyüyor, çünkü Türkiye çok büyük bir potansiyel barındırıyor. TheFork’un faaliyet gösterdiği ülkelerdeki oranlara göre, Türkiye’de dışarı çıkıp yemek yeme (ev dışı toplam tüketim) oranı dört kat daha fazla. Fakat ciro olarak baktığımızda onlardan gerideyiz. Çünkü “premium” olarak tabir edeceğimiz restoranlar o kadar çok segmente olmuşlar ki insanlar buraya sıklıkla gitmiyorlar. Sonuçta yemek için dışarı çıkmak dediğimiz zaman buna dürüm yemek de dâhil. Dolayısıyla oran yüksek olsa da ciro çok daha geride. Fransa’da bize göre daha az dışarı çıkılıyor belki ama adam çıktığında gerçekten yemek yemeye çıkıyor, o zamana değer veriyor ve damak tadı adına özel bir şeyler yapıyor.
Tüm bunları göz önünde bulundurunca tablo karanlık gibi duruyor ama aslında kesinlikle öyle değil. Sonuçta potansiyel var diyorsak bu göstergelerin gideceği tek yer daha da yukarısıdır. Örneğin 15 yıl önce Türkiye’de tema restoranları çok yoktu. Çin ya da İtalyan restoranları sayılıydı. Şu anda bu konuda epey yol kat ettik. Yine de ağırlık hala Türk mutfağında. Birkaç yıl önce yapılan bir istatistikî araştırma, Türkiye’de yeni açılıp ilk yılın sonunda ayakta kalmayı başaran restoranları ya balık ya da kebapçı olduğunu belirlemişti. Bana kalırsa İstanbul’da en çok iş yapacak tematik restoran, Meksika restoransı olur. Bu coğrafyayla damak tadı ve baharatlar üzerinden gelen bir uyum söz konusu ama kimse risk alamıyor. Biz gerçekten kebap konusunda çok ısrarcıyız: İki Türk arkadaşımla Tayland’a gittim, Bangkok’taki meşhur sokak yemeklerini yedim, akrep bile yedim. Ancak sonrasında yanımdaki iki arkadaşım için Bangkok sokaklarında kebapçı aramaktan çıldırma noktasına geldim. Bu da ne demektir; bizim kendimize pek güvenimiz yok. Yeniliğin altından nasıl kalkabileceğinden emin değil çünkü.
Bu durum alışkanlıklarımıza biraz fazla bağlı olmamızdan mı kaynaklanıyor?
Bunun adı bence alışkanlık değil, ne ile karşılaşacağını bilmemekten kaynaklanan korku ve yenilikten çekinmedir.
Bu konuda yurtdışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Amerika’da durum biraz daha farklı: Çeşitli yemeklerin standart haline getirilmiş olması Amerikalıların önyargılı olmalarını engelliyor. Avrupa’nın ise yeni tatlara, deneyimlere çok açık olduğunu söyleyebilirim.
Online rezervasyon kavramının gelişimi ne durumda?
Son 7 senedir bu işin peşimde koşuyorum. Buna başladığımda Türkiye’de böyle bir işleyiş yoktu. Avrupa’nın öncü online rezervasyon sitesi TheFork’la da bu dönemde konuşup sistemin Türkiye’ye getirilmesi gerektiğini söylemiştim. 2014 yılında giriş yaptığımızda bu konuda ilklerdendik. . 2015 yılı itibariyle çok hızlı bir biçimde online rezervasyon sistemleri ortaya çıkmaya başladı. Bu güzel hatta çok iyi bir şey çünkü artık biliyoruz ki insanların kafasında online restoran rezervasyonu diye bir şey var. İnsanlar bunu yaptığında faydalanabileceği pek çok avantajın olduğunu keşfetti; TheFork’taki sadakat sistemi ya da özel indirim oranları gibi. Bu bir bilinçlenme halidir ve zamanla daha da gelişecek.
Global bazda tüketim gruplarına bakarsak, tüketim alışkanlıklarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Zenginlik ve fakirlik kavramlarını dolduran tüketim alışkanlıkları nasıl görünüyor?
İngilizlerin meşhur sözünü hatırlayalım: “Ucuz ürün alacak kadar zengin değilim” denir. Az gelire sahip kişi, ucuz ürün alıyor ama ertesi gün atıyor. Bunu önemsemiyor çünkü çok uygun bir fiyata sahip oldu o ürüne ve yarın yenisini alıp devam edebilir. Bu sonsuz bir döngüdür. Hâlbuki en başta iki birim yerine üç birim fiyatı tercih etseydi belki de uzun bir süre daha o ürün için harcama yapmak zorunda kalmayacaktı.
Yeme-içme kültürüne gelince de bu gerçekleri göz önünde bulundurmamız gerekir. Sağlıklı, doyurucu, lezzetli bir yemek, dışarıya çıkıp herhangi bir şey yemekten daha önemli olmalı. Her hafta değil, iki ayda bir çıkarız ama çıktığımızda da hem lezzetli hem de sağlıklı şeyler yiyebiliriz.
TheFork’un Türkiye pazarına girişi ardından restoranlardan nasıl tepkiler aldınız?
Pek çok restoran kısa süre içinde sistemin faydalarını gördü ve çok olumlu geri dönüşler aldık. Ancak şunu belirtmekte fayda var: Böyle bir sistemin faydasını onu düzenli bir biçimde kullanırsanız görebilirsiniz. Sunduğu tüm imkânlardan yararlanmalı, olumsuz müşteri yorumlarını göz önünde bulundurmalı ve bunları düzelterek ilerlemeye odaklı bir perspektife sahip olmalısınız. Müsaitlik durumu ve kapasitesini düzenleyen ve buna göre adım atan restoranlarda ciddi ilerlemeler görüyoruz. Sistemin sürekli kullanılması daha fazla müşteri kazanılmasına neden oluyor. Çünkü sürekli sistem içinde kalan ve tavsiye edilen, yorumlanan, avantajlar sunan bir restoran haline geliyor, her gün yeni müşteriler edinebiliyorsunuz.